Sadakat olmayınca neyleyim ben böyle aşkı…
Kalbini bana bağışlamadıkça,
Neden seveyim o yari…
Bilemez ki insan kimi seveceğini. Soramaz ki kalbe, onun fikrini. Düşünmeden girer o yola… İster engebeli, isterse gül bahçeli. Her aşık sevemez ki Frida gibi…
6 Temmuz 1907’de Meksika’da dünyaya gözlerini açan Frida Kahlo, bu dünyaya eksiksiz geldi, eksikleri ile yaşamı sürdürdü. Çocuk felci yüzünden hayatı boyunca topallayarak yürümek zorunda olduğu gerçeğiyle altı yaşında yüzleşti. Üstelik bacakları da orantısızdı. İleride ona “Tahta bacak Frida ” lakabı buradan gelecekti.
Her insanın kusurları vardır, Frida’da kusurları ile barışmış ve kusurlarını kendi portrelerine yansıtmış benzersiz bir sanatçı. Acı, tatlı ne varsa bedenini resmetmiş. ‘İnsanın en iyi bildiği kişi kendidir.“ diyerek tuvale gördüğünü değil yaşadığını; hayatını aktarmış.
Babası Wilhelm Kahlo ve annesi Matilde Calderon Gonzales’in, dört kız çocuğundan üçüncüsü. Ailenin kendine has maskülen tarzı ile en farklısı, okulun ise koridorlarında cıvıl cıvıl gençlik naraları atan, hayat dolu genç kızı. Erken yaşta tanıştığı beraber büyüdüğü ilk sevdası; Alex ile şen şakrak neşe dolu günleri bir gün solacaktı elbet ama bu kadar erken, bu kadar zamansız mı?
Kader ağlarını ördü, güneşli bir güne karanlık çöktü, on dokuz yaşında bir genç kızın hayatı, o otobüsün içinde kuş misali bir oradan bir buraya sarsıldığı trafik kazasında; omuriliği, köprücük kemiği, iki kaburgası, leğen kemiği otobüsteki metal kolun vücuduna girişi, sağ bacakta kırık, ayakta ezilme… Parça parça solmuş bir beden, yaşayan bir mucize!
Hastaneye kaldırıldığında hemşirenin ‘’Acaba yürüyebilecek mi?’’ diye bakan gözleri, doktorun ise ‘’Önce yaşayabilecek mi emin olalım’’ diyen ifadesi. Hayatın cilvesi, dün ile bugünün farkı, anın kıymeti…
Üç hafta yoğun bakımda, şuuru kapalı uyuduktan sonra uyandığı kabus ile evine giden Frida gördüğü beden karşısında çaresiz ama gelecek için umutluydu. Babasının elinde ne var, ne yoksa kızının iyileşebilmesi için satışa çıkarması, annesinin üzüntüsü, Kahlo ailesinde zamanı durdurmuştu. Kıpırdayamadan yattığı yerde, tek sağlam yeri ayağının resmini yapan Frida, kendine olan inancından asla vazgeçmiyordu. Bir gün tekrar ayağa kalkıp yürüyeceğine emindi. Ağrıları o kadar acı verdiği halde hayata tutunan bir beden, acı duymadan önceki hallerini hatırlayabiliyor muydu?
İncecik narin bedeninin tümünü kaplayan bir alçı ile yaşama sarılmak onu eline boya kalemini alıp alçısını renklendirmekten alı koyamadı. Bu halini gören babası ise; kızının yattığı yeri resim dünyasına çevirmeye karar verdi. Tuvaller ve boyalar arasında, derin sızıların resimlerini yaptı.
İstemek, bir şeyi başarmanın yarısıdır. Frida da çok istedi ve bir gün mahkum olduğunu düşündüğü tekerlikli sandalyesinden azmi ile kalktı, bir daha da oturmadı.
Okul yıllarında tanımıştı, Diego Rivera’yı. Duvar resimleriyle ünlü, çapkınlıklarıyla nam salmış Meksikalı ressam. Kendisinden yirmi bir yaş büyük, gösterişsiz, etine dolgun görüntüsü, standartın altında karizmasıyla çoğu kadının ilgi odağı olmayı başaran Diego’nun yolunu tuttu. Üzerinde kırmızı elbisesi ile esmer güzelliğini ortaya çıkaran, elindeki bastonu ile de yıkılmadım ayaktayım dedirten genç kız. Bir elinde de tuvallerini sürükleye sürükleye Diego’nun kapısını çaldı.
Resimleri hakkında fikir almak, eleştirileri varsa onları duymak ve mümkünse onunla çalışmak istedi. Diego ise onu muhattap değil çocuk olarak görüp, başından kovalamaya çalıştı. Lakin Frida kolay lokma değildi, bir kere yaşamdan vazgeçmemiş bu kız, ailesine para kazanmaktan vazgeçer miydi?
Kendi otoportresini bulunduğu yere bırakıp, evine dönen genç kızın ümidi vardı. Ondaki yeteneği gören Diego, bir gün ansızın Frida’nın kapısına gitti. Kurt ile kuzu yer değiştirmişti. Bu sefer dil dökme sırası Diego’ya geçti, “Bunlar çok orjinal resimler. Aynı yolda yürümeye varım.’’
Bastonsuzda rahat yürüyen, yer yer sendeleyen Frida artık Diego ile davetlere katılıyor, onu diğer sanatçı dostları ile tanıştırıyor ve dedikodulara maruz kalıyorlardı. Herkes Frida’yı “ Diego’nun güzel kızlarından biri.” olarak görmeye başlamıştı.
Diego bir parti lideriydi, bir dönem Rusya’da yaşamış bir komünist. Düşünceleri, fikirleri ile Frida da aynı yolda yürüyen resmi bir “ Yoldaş “ olmuştu. Beraber eylemlere, protestolera gidip aynı yolda hem kalben, hem fikren beraber ilerliyorlardı.
Bir gün ansızın evlenme teklifi ile Frida apansız kaldı. Diego ise kendinden emin tavrı, daha evvel başından iki evlilik geçmesi ve çocukları ile taçlandırdığı dünyasına Frida’nın da ortak olmasını istedi. Frida da ister istemesine ama Diego’ya güvenmek çölde yalın ayak yürümek kadar zor bir yoldu. Aşk bu ferman dinlemez, teklifi kabul eder, “Fil” ile ” Kuğu” dünya evine girer. İkili çok iyi anlaşır, hayata gülüşleri ve resimler eşliğinde devam eder. Aşıklar arasında tek bir sorun vardır; Diego’nun sadakatsizliği.
Bağlılık isteyen kuğu, filin ağırlığı altında ezilir. Doyumsuzdur, tatminsiz. Meyve sepetindeki bir elmaya değil tüm meyvalara talip olan bir arsızdır.
Palomam benim (İspanyolca güvercin), kuğum, kurbağam… Birbirlerine hitap ediş şekilleri de birbirilerini seviş şekilleri kadar farklıydı. İnsanın birbirini olduğu gibi kabul edebilmesinin timsali, “Diego böyle biri, ben onu böyle seviyorum…” diyebilen eşsiz yüreklilikte bir kadın.
Uçsuz, bucaksız Amerika yollarını beraber aşındırıyorlardı. Diego duvarları boyar, Frida aşkının yolunu gözler olmuştu. Çocuk felci yüzünden “Anne olamamak “ gerçeği ise kadınlığına vurulmuş bir darbeydi. Frida bu yoksunluğunu çoğu kez resimleri ile paylaşıyordu.
Meksika’ya geri döndüklerinde iki ayrı evlerde yaşamaya başladılar. Aralarına bir köprü kurup, “Biz iki farklı insanız ama aşkımız bizi birleştiriyor.” Güvercinin hür iradesi, aşkı yaşamanın bir diğer şekli. İlişki de böyle birşey değil midir? Farklı ruhların birbirini çekmesi. Zıt kutuplar birbirini çeker, bazen bir hata tüm örülmüş duvarları biranda yıkar. Diego bu sefer çizgiyi haddinden fazla aşmış ve Frida’nın kız kardeşi ile yatakta, edepsizce onu herşeye rağmen seven kadına yakalanmıştı.
Ben bir aptalım, ben bir canavarım…
Hiç birşey ifade etmiyor diye inim inim inlese de.
Bardakta suya bir damla dahi yer kalmamıştı…
“Hayatımda iki büyük kaza geçirdim, Diego! Otobüs ve sen. En kötüsü sendin...”
İşte bu yüzden bazen yanlızca sevmek yetmez. Acıları ile yanlız kalır Frida, ayrılık acısı ile saçlarını keser, kardeşiyle konuşmaz, içki de derman arar, o da yolunu şaşırır.
Evlerine sığınan, Lev Troçki ile önce yakın birer yoldaş sonrasında yasak ilişki ile kalbinin sızısını, başka kalpte arar. Bu beraberlikte Troçki’nin karısının fark etmesiyle sonlanır. Frida derinlere gömdüğü gerçek acısıyla yüzleşir; ‘’Benim Diego’m’’ diye sevdiği adam hiçbir zaman onun kocası olmamıştır.
Güvercinin yaşadığı yasak aşk, Diego’sunun kalbini kırmıştır. Onunda bir kalbi vardır lakin farklı çalışır. Bu ikili de birbirlerini bu yönlü severler, birbirlerine sadık kalamayarak.
Frida kendini yollara vurur ve Paris’e gider. Bir sergi düzenler, sesini ve rengini tüm dünyaya ilan eder. Aşkları bu sefer, yazdıkları mektuplar eşliğinde kalpte devam eder. Gerçekte ise Diego boşanmak ister, California’da bir hayat kurmak. Tutarsız aşıklar boşanır…
Böyle bir aşk bu şekilde sonlanmaz, perde de böyle kapanmaz. Meksika’da aşklarının doğduğu ülkede buluşurlar. Frida’nın sağlığı iyiye gitmez. Ayak parmaklarında başlayan kangren tüm bacağını etkisi haline alır. Kalbinin kırıklarıyla baş eden Frida bacağından da olur. Diego onsuz bir yaşama yaşam demez, tekrar evlenme teklif eder. Kurtarılmaya ihtiyaci yoktur Frida’nın ama onsuz yaşamaktansa onunla acı ve tatlı bir hayata tekrardan “Evet“ der.
Kız kardeşini affeder, hatanın onda değil kendisinde olduğunu söyleyen yüce gönüllü kadın. ‘’Seni onunla aynı oda da bırakmamalıydım.’’ deyip hatalara kılıf, yaşama ise mazaret üretir.
Ağrılar, acılar ve sızılarla beraber tekrar aynı yuvada nefes alan iki can; Aşkı her şarta, her imkana sığdırmanında bir yolunu bulur…
Bedeni artık bir yük, çekilmez bir çile haline gelse de, o hayatını ve acılarını resmetmekten asla vazgeçmez. Doğasında imkansız yoktur bu kadının, yola devam etmek vardır.
Hayatı boyunca kendi ülkesinde ilk defa sergi verecek olmanın heyecanı ile günleri peşi sıra geçer. Ama bedeni ona izin veremez hale gelmiştir, böbreklerindeki enfeksiyon onu yatağa hapsetmiştir. Doktorlarının tüm ısrarlarına rağmen yatakta kalma koşulunu dinleyecek midir?
Sergi günü gelip çattığında, Diego konuşmayı ele alır. Kocası, arkadaşı, yoldaşı olarak değil, Frida Kahlo’nun bir hayranı olarak sergide ki misafirlere eserleri ve eşsiz ikon kadını anlatır. Kapı açılır, Frida zincirlerini kırar ve hapsolduğu yatak ile sergi alanına gelir…
Mucize Kadın, demir kadar sert duruşu lakin kelebek kadar hassas bünyesiyle arzı endam eder. Sıcak bir gülümseme kadar tatlı, hayatın acı yanları kadar da acımasız bir hayat yaşayan Frida, 13 Temmuz 1954’te hayata gözlerini yumar.
Geride giderken söylediği söz kalır;
“Umarım çıkış neşelidir ve umarım bir daha geri dönmem.”
Frida Kahlo, giderken yanında büyük aşkı Diego Rivera’sını götüremedi ama kader onları üç sene sonra tekrar birleştirdi.
Aşkı kim nasıl yaşarsa,
Aşk orada yeşerir.
Kim buna hesap sorarsa,
Aşkın karşısında ezilir…
Yazı: Yasemen Çavuşoğlu
Yazı ve Fotoğraflar: Yasemen Çavuşoğlu
Karanlığa Selam: Karanlık Eserleriyle Sanata Işık Tutan Ressamlar | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Gizemleriyle Leonardo Da Vinci | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Sevdalı Kadın: Tomris Uyar | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Kusurların Mükemmeliği: Wabi-Sabi & Kintsugi | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Modigliani ve Ebedi Aşkı Jeanne | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Yorum yapmak için tıklayın