“Takım Elbiseyle Doğmuşum Ben”
Leonard Norman Cohen, 21 Eylül 1934’te Kanada’da, Montreal’in varlıklı semtlerinden Westmount’ta dünyaya gelmişti. Hanuka sonu ile Noel günü arasında, kutup soğuklarıyla mücadele edildiği günlerden birinde ana rahmine düşmüştü.
Leonard’ın babası Nathan Cohen lüks bir giyim işletmesinin sahibi, bir Kanada Yahudisiydi. Ürettiği resmi giyisilerle tanınırdı, gayri resmi ortamlarda bile resmi giyinmeyi severdi.
Leonard’ın annesi Masha Cohen kocasından on altı yaş küçük bir Rus Yahudisiydi. Haham kızıydı ve Kanada’ya yeni göç etmişti. Montreal’e 1927’de gelişinden kısa süre sonra Nathan’la evlenmişti. İki yıl sonra da iki çocuklarından ilkini, Leonard’ın ablası Esther’ı dünyaya getirdi. Leonard bebekliğinde geniş çenesiyle hık demiş babasının burnundan düşmüş gibiydi. Ancak büyüdükçe annesi Masha’nın gür dalgalı saçları ve koyu karanlık, aşağı doğru eğimli gözleri belirginleşti. Babasından boyunu, tertipliliğini, adabını ve takım elbise sevdasını almıştı. Annesinden ise karizmasını, melankolisini ve müziğini.
Leonard’ın ayrıcalıklı bir aile hayatından geldiği sır değil. Doğduğu aile Montreal’in en itibarlılarından, seçkin ve saygın bir aileydi. Kendisi zengin muhitinde doğduğunu hiçbir zaman inkar etmedi, yetiştirilme tarzını görmezden gelmedi, ailesini hiç reddetmedi, ismini hiç değiştirmedi ve olduğudundan farklı biri gibi davranmadı.
Çocukluk yıllarında dehalığa dair herhangi bir emare sergilemeksizin, her şeyi gereğince yerine getirerek geçirirdi; ellerini yıkar, terbiyeli davranır, akşam yemeklerinde düzgün bir kıyafetle masaya oturur, derslerinde iyi notlar alır, hokey takımında oynar, ayakkabılarını cilalı ve her zaman yatarken de yatağın altında düzenlice tutardı.
1944’ün Ocak ayında Leonard’ın babası hayata gözlerini yumdu. Leonard dokuz yaşındaydı. Babasının ölümüne ağlamadı, “öyle derin bir kayıp duygusu yaşamadım,” diyordu, “belki de çocukluğum boyunca hep hasta olduğu içindir. Ölmesi doğal göründü bana, zayıftı ve ölmüştü. Bilmiyorum, belki de kalbim soğuk benim.”
Leonard, Westmount Lisesi’nde okumuştu. Şiir, müzik, manevi arzularının ilk kez çarpışarak kaynaşması ise 1950’de on beşinci yaş döneminde gerçekleşti. Federico Garcia Lorca (şair) hayranlığı ile başlayan şair tarafı bu yıllarda tohumunu atmıştı.
McGill Üniversitesi’nde okudu, ilk yılında genel sanatlar eğitiminden matematik, ticaret, siyaset bilimi ve hukuka doğru devam etti. Daha ayrıntılı söylemek gerekirse, kendi verdiği bilgiye göre okudu, içti, müzik yaptı ve olabildiğince ders kaçırdı.
Kendi doğrularının adamıydı.
Leonard Cohen’in henüz müziğe başlamadan şair ve yazar olarak kendini kanıtlamaya çalıştığı dönemde yaratıcılığını kamçılayacağı düşüncesiyle yerleştiği Yunanistan’ın Hydra Adası’nda yaşanan bir hikâye bu…
İki mülteci Hydra Adası’nda karşılaştı.
Norveçli bir kadın, 1960’lı yıllarda, elektriği suyu olmayan balıkçı köyüne yolu düşen pek çok sanatçının arasında, sanatçı olmayan biri; Marianne Ihlen. Marianne adaya 1958’de geliyor. Burada yazar Axel Jensen ile tanışıp evleniyor ve küçük Axel bebek dünyaya geliyor. Axel Jensen şiddete meyilli, sinirlenince gözü dönen bir adam. Jensen bebeğin doğumundan sonra ülkesine dönüyor ve Marianne hayatına onsuz devam etmek istiyor, çocuğuyla özgürce yaşamak için adada kalıyor.
Cohen’in adaya 1960’ta gelmesinden kısa süre sonra birbirlerine âşık oluyorlar.
“Leonard’ı ilk gördüğüm de elimde sepetimle dükkanda duruyordum. Oysa o kapının önünde duruyordu. Bize katılmak ister misin, dışarıda oturuyoruz? dedi. Gözlerimizin buluştuğu anı hatırlıyorum, bütün bedenim sarsılmıştı! İnanılmazdı.” der; Marianne Ihlen.
Gündüz, tekne gezileri, serin teraslarda yazılan yazılar, şiirler, akşamları deniz kıyısında yenen kalabalık yemekler ve sabahlara kadar süren ruhani arayışının ilham perisi Marianne’le beraber geçen muhteşem günler.
Eski evliliğinde yaşadığı hüzünün yerini kaplayan mutluluk halka halka hayatına girmişti genç kadının. Leonard ise delice aşıktı karşısında gördüğü güzelliğe.
Marianne kendini sevebilmeyi Leonard’ın sözlerinde buldu. Aşkın en saf haline ise Hydra adası şahit oldu.
Her gün o güneşin altında delice yazdığı sayfaları tutmak için vardı Marianne. Cohen ise yazar olarak pek kazanamıyordu. Edebiyattan para kazanamayacağını anlayınca ve elbette artık geçinememeye başlayınca, Kanada’ya, oradan da Amerika’ya giderek müzisyenliğe ağırlık vermek istedi.
Bakması gereken insanlar vardı. Marianne ve oğlu küçük Axel onun sorumluluğundaydı. Hiçbir yere ait olamayan bedeni, ruhunun kal demesine rağmen adadan ayrılıyordu.
“Yalnızca hayatta kalma çabası gibiydi. Bunun acısını çocuklar çekti. Yakınımdakiler acı çekti çünkü hep gidiyordum, her zaman kaçmaya çalışıyordum.”
Kendinden kaçan adamdı, kimseye ait olamayan.
“Ben şarkı söyleyemem, gitarda çalamam!” topluluk önünde şarkı söylememek konusunda çok netti. Aradan bir yıl geçti, New York’ta bir bağış gecesinde “Suzanne” şarkısını söylemesini isteyen yapımcısına; “Ben söyleyemem sesim berbat” dedi. Kendine güveni ise şarkıyı bitirdikten sonra geldi.
Sesi güzel değildi ama şarkı sözleriyle insanları mest etti,
Görüntüsü havalı değil sıradandı lakin kadınlar ona hayrandı,
Şarkı sözleri ise kalplere dokundu, o ise sadece bir kalbin içinde var oldu.
Yıldızı parladı, o artık dünyaca ünlü Leonard Cohen’e dönüşmek üzereydi. Uzaklarda yarım bıraktığı aşkı ise sık sık yolculuğa çıkan ruh eşinin yolunu gözlüyordu.
Turnelere beraber gitmeye paraları yetmiyordu. Marianne de Hydra’da yalnız kalıyordu. “Artık yalnız olmak istemediğim bir raddeye ulaştım” dediği anda, bir telgraf aldı; “ Evim var bana sadece oğlum ve kadınım lazım sevgiler Leonard.”
Onun yanına gitti, bu büyük bir hataydı…
Marianne ona gerçekten aşıktı. Küçük Axel’i de alıp onun yanına gitti, sonuç felaketti çok mutsuzdu. Yanındaki adam, yazar ve şairdi. Tüm yazdığı sözlerde, dile döktüğü şarkılarında, hüzünlü sesinin ardında kalan endamında tek aradığı şey ilham perileriydi. Bütün kadınların gözdesi haline gelmiş ama hiçbir kadının gerçek anlamda kazanamayacağı bir adam olmuştu.
Marianne, küçük Axel’in eğitimine Londra’da devam etmesine karar verdi. Oğlundan ayrı kalacağı için üzülüyordu ama hayatı yollarda, sevdiği adamın peşinde geçen bir kadın için yapması gereken doğru şeyin bu olduğuna karar verdi.
“Leonard'la olabilmek için New York’a taşındım. Yaptıklarını benimle paylaşmıyordu. Hydra’da olmam ya da orada olmam fark etmiyordu. Beni görmüyordu çünkü etrafı çok kalabalıktı. Benim için çok zor bir dönemdi.”
“Onu kafese kapatıp, üzerini kilitlemek istiyordum. Herkes onun peşindeydi. Güçlü, başarılı ve yakışıklı adamları seçtiğinizde hep böyle oluyordu. Bu beni kahrediyordu, kendimi öldürmenin eşiğine gelmiştim” diyordu Marianne’in tükenmiş ruhu.
Günler, haftalar, aylar bu şekilde geçiyordu. Yılın altı ayı Marianne’la, altı ayı başka ülkerde ikiye bölünmüş bir aşkın tam ortasında kendini yalnız hissediyordu. Dünyada en çok sevdiği adamdan hamile kaldı lakin Leonard çocuk sahibi olmaya hazır değildi. Aşk ortaklaşa alınan bir karardı, meyvesi de toprak olmadan büyüyemezdi, kürtaj oldu.
Başkasıyla bir ömürdense, Leonard’la bir gün geçirmeyi dileyen bu eşsiz yürekli, sonsuz merhametli kadın bekliyordu. İrtibatları hiç kesilmedi.
Küçük aşk mesajlarını yollamaya devam ettiler.
Leonard, bazen on gün turnelere katılıyor, her turne de başka kadınları oluyordu. Yılın bir bölümünde Montreal’de yaşıyordu. Susan adlı kendinden on dört yaş küçük bir kadınla tanıştı.
Susan ile yanlış olanı yaptığına emindi…
Evlenecek, aile kuracak, düzenli yaşayacak biri değildi. Bir türlü yakalayamadığı bir şeyin peşinde koştuğuna emindi. Susan ise onu örümcek gibi ağına düşürmüştü. Bir bebekleri oldu. Karanlığın içinde yaşayan adam, bazen altı hafta ortadan kayboluyordu onu bulmak imkansızdı.
Derin bir bunalımdaydı.
Leonard’ın hiçbir yere sığamayan yüreği, Hydra’da kendini Marianne ve Axel’le ait hissediyordu. Montrealdeyken de, Susan ve küçük Aden’a…
Bir gün Susan ve bebeği Hydra’ya yerleşmek için geldiler. Marianne kapısının önünde onları gördüğünde; “Kendimi daha iyi durumda hissettim. Daha şanslı ama daha yaşlı, daha akıllanmış gördüm. Sakince eşyamı topladım, Axel’i aldım ve evden çıktım.”
Nihayet bıkmış ve noktayı koymuştu.
Norveç’e dönen Marianne, sekreter oldu ve Yan adında bir adamla evlendi.
Leonard ise artık kendi kimliğini başka bedenlerde arayışın içinde olan ruhunu sakinleştirmek için kendini manastır yaşantısına verdi. Altı yıl orada kaldı ve geri dönmedi.
1990’lı yıllara geldiğimizde, yetmişli yaşlarında olan Leonard’ın artık hiç parası kalmamıştı. Tek yapmam gereken sahneye çıkmak ve tekrar para kazanmak diyen sanatçı, kendinden de emin değildi.
“Yapabilir miyim, tekrardan yükselişe geçebilir miyim?” diye kendini sorgularken…
Dance me to the end of love, şarkısıyla en çok satan on sanatçıdan biri oldu. Tekrar zirvede yerini aldı.
Oslo’da bir konser vermek için hazırlanan Leonard, kalbinin gerçek sahibi Marianne’e konserde bir yer ayarladı, ön sıralardan bir bilet yolladı.
Konserde Marianne oradaydı.
Son ana kadar birbirleri için ayrı bir yere sahip oldular. Acıklı bir son değildi, güzel bir sondu. Kötü bir aşk değildi, buruk bir sevdaydı. Kimine tatlı ama kimine dikenli bir yoldu, belki de aşklarında ki dinamik buydu.
Bir akşam aniden gelen bir mesajla dünyası alt üst oldu. Marianne çok hastaydı (lösemiydi) ve artık dönüşü olmayan bir yola yürümek için az zamanı kalmıştı. Leonard’a söylemek istediği sözleri arkadaşı Jan Christian Mollestad aracılığıyla gönderdi.
Bu yaşlı adam, yaşlı yüreğiyle, sevdiği kadına hep duymak istediği şeyleri söylemişti.
“Pekala Marianne, çok yaşlandık ve vücutlarımız ayrı düşüyor. Sanıyorum ki çok kısa bir süre sonra peşinden geleceğim. Biliyorum, ardında, sana öylesine yakınım ki elini uzatsan, elime ulaşabilirsin. Ve biliyorsun ki seni her zaman güzelliğin ve bilgeliğin için sevdim. Fakat bu mevzu hakkında daha fazla bir şey söyleme gereği duymuyorum. Çünkü her şeyi biliyorsun. Ama şimdi… Sadece sana iyi yolculuklar dilemek istiyorum. Hoşçakal eski dost, sonsuz aşk, yakında görüşürüz.”
Cohen’de bu mesajdan dört ay sonra hayatını kaybetti.
Döngü tamamlanmıştı. İlk kocası Oslo’yla yaşanan talihsizlik, oğlu Axel’le yeşeren ruhu, Leonard’la bütün olan kalbi ve yarım kalmışlığını tamamlayan son eşi Yan ile hayata tutunuşu. Gerçek aşkıyla hayata veda edişi, aşk sözcükleri işte bunu başarıyor.
“Eski hayatıma dair hiçbir şeyi unutmadım, omurgam da yaşıyor. Marianne ve o çocuk, şefkat dolu günler. Gözyaşı olarak dışarı çıkıyor. Umarım onlarda bugünleri böyle güzel hatırlıyorlardır. Kendimi eğitebilmek için alaşağı ettiğim kıymetli insanlar.” Leonard Cohen
Yazı: Yasemen Çavuşoğlu
Yazı ve Fotoğraflar: Yasemen Çavuşoğlu
Karanlığa Selam: Karanlık Eserleriyle Sanata Işık Tutan Ressamlar | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Gizemleriyle Leonardo Da Vinci | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Sevdalı Kadın: Tomris Uyar | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Kusurların Mükemmeliği: Wabi-Sabi & Kintsugi | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Modigliani ve Ebedi Aşkı Jeanne | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Yorumlar (1)
ismail haldun yılmaz
keyifle okudum, hüzünlendim mutlu da oldum ama. ne güzel bir yaşam...Yorum yapmak için tıklayın