Bir Hiperrealisti Kaybettik: Chuck Close Artık Müzelerde Yaşayacak | Yazan Seylan Kandak

Seylan Kandak

3 yıl önce

Bu ay sanat dünyası 81 yaşındaki hiperrealist ressam Chuck Close’un ölüm haberiyle sarsıldı. Yeri kolay dolmayacak bir sanatçı bu dünyayı terk ederken bize müzelerde doya doya izleyebileceğimiz muazzam bir sanat arşivi bıraktı.

Prosopagnozi (yüz körlüğü: yüz tanıyabilme sorunu, yüz algısıyla ilgili bilişsel bozukluk) hastalığı nedeniyle hem yakınlarının hem de kendi yüzünü tanımakta zorlanan Amerikalı sanatçı Chuck Close hayattan intikamını alırcasına, yaşamı boyunca dev boyutlu hiperrealist portreler üretir. Eserlerinde sadece portreye yoğunlaşan sanatçı dev boyutlarda gerçekleştirdiği resimleriyle tanınsa da gravür, serigrafi, litografi, kolaj gibi teknikleri de zaman zaman kullanır. Hayatının ilerleyen döneminde nadir görülen bir omurilik hastalığına yakalanmasının ardından vücudunun birçok uzvunu kullanamaz hale gelir. Bu talihsizlik bile onu resimden uzaklaştırmaz. Sanatçı fiziksel engeline çare olarak fırçayı kol ve bileğine bağlayan bir sistem geliştirerek eser vermeye devam eder.

Amerika ve Avrupa’da 1960’larda ortaya çıkan ortaya çıkan foto-gerçekçilik (hiperrealizm)[1] akımının resim dalındaki öncü isimlerinden Close, fotoğrafçı olarak yaptığı çalışmalarla 2007 yılında portre dalında World Press Photo (Dünya Basın Fotoğrafı) ikincilik ödülüne layık görülür.

Close öncelikli olarak aile bireyleri ve ailesinin portrelerini yapar, ayrıca çeşitli otoportreler ve bazı sanatçı portreler üretir. Neredeyse bir haritacı özeniyle çalışarak resmini yaptığı suretlerin topografik planını çıkarır ve büyütme yöntemi olarak da kareleme tekniğini kullanır. Sanatçı, model fotoğrafı karelere bölerek bir tarafına rakamlar bir tarafına harfler yazar. Aynı kare sayısını büyük tuvale taşır ve tuvaldeki her bir karenin içine modeldeki görüntüyü büyüterek resmeder. İlk başta bir araç olan bu teknik zamanla resminde görünür hale gelir. Kafes çizgileri önce Close eserlerinin bir parçası olur, daha sonra da kendi başına bir temaya dönüşür. Close’un insan yüzündeki en ince detayları, lekeleri, damarları görebilmek için 50 cm x 60 cm boyutlarında özel üretim bir polaroid fotoğraf makinasından yararlandığı da bilinir.

Foto-gerçeklikte ön planda olan, sanatçının dışavurumu değil, nesnelliktir. Aslında gerçeği yani hayatın kendisini gösteren resimler o denli mimetiktir (modelin bire bir aynısı) ki bir bakıma resim kendisinden başka bir şey anlatmaz olur. İzleyici detay açlığıyla resme daha da yakından bakmak ister ama resme yaklaştıkça artık ayırt edilebilir detaylardan öte boya, renk, fırça izleri, materyalin kalınlığı, tuvalin dokusu görünmeye başlar. Bu bakımdan hiperrealist eserlerle tam zıt gibi görünen minimal eserler arasında bir paralellik kurabiliriz.

Farklı bir bakış açısıyla yaklaşacak olursak, her ne kadar mimetik çalışmalar ilk bakışta sanatsallıktan uzak, zanaata yakınmış gibi görünse de fotoğraf objektifinden bakarcasına bire bir çalışmak sanatçıların esere yorum katmasını engellemez. Özellikle abartılı boyut değişiklikleriyle renk ve ışık oyunları izleyiciye yeni bakış açıları sunar. Hiperrealist resimlerde o denli detay görürüz ki fotoğrafta olduğu gibi normalde algılaması zor nüanslara sanatçının gözü ve eli vasıtasıyla erişebiliriz. Belki de hiper-gerçeklik filtresinden geçtiğimizde gerçeklikten bir adım öteye gidebiliriz.

Chuck Close’un tanınmış ilk tablosu Büyük Nü, 3 metreye 6,5 metre ölçülerindedir. Bu büyüklüklere erişilince resme yakından bakıldığında yalnızca bir lekeler bütünü olarak görünür.[2] Yakından bakıldığında detayların algılanamaması Close’u bu alanda da araştırma yapmaya yöneltir ve sanatçı son döneminde flulaşma ve pikselleşme alanlarında da çalışır. Bu arayışlar sonucu, ortaya çıkan eserler, bakış açısına ve sete olan mesafeye göre izleyiciyi foto-gerçeklik ile soyut dışavurumculuk arasında bir yolculuğa çıkarır. Önceleri fotoğraf makinesi objektifinden bakarcasına bir alan derinliği kullanan, çoğunlukla net ve siyah beyaz çalışan Close zaman içinde renk kullanmaya hatta parlak ve doygun renkleri paletine taşımaya başlar.

Dorothea tablosuna ilk bakıştaki algım bana siyah beyaz bir fotoğrafa eski tip camlı bir oda kapısı veya buz küpleri ardından bakıyormuş izlenimi veriyor. Bu pikselleşmiş mozaik görüntüsü aslında Close’un çalışmalarında kullandığı büyütme tekniğinin resme yansıması. Close, model fotoğraftaki kareleri büyüterek tuvaline taşırken, her bir karenin içinde form ve renk oyunları yapıyor. Bu arada dikkatli bakınca Close’un yer yer iki kareyi birleştirerek dikdörtgen formlarla da çalıştığını görüyorum. Bu oyunlarla her biri eşsiz ve birbirinden farklı yüzlerce şekil yaratılıyor. İzleyici böyle bir görüntü karşısında bilgisayarla üretilmiş, algoritmaya bağlı şekillerden oluşan bir porteye mi yoksa insan eliyle sadece klasik resim tekniğiyle üretilmiş bir tabloya mı baktığına dair tereddüt yaşayabiliyor. Close’un bu konudaki yanıtı son derece net. Sanatçı her türlü bilgisayar protokolünden nefret ettiğini ve hiçbirini kullanmadığını söylüyor. Resmi karelere bölmek, esere matbaa baskısı izlenimi de veriyor. Close’un çalışmaları tarzları farklı olsa da bu teknikle çalışan ve matbaa dokusunu resimlerine taşıyan iki önemli ismi, Amerikalı pop art sanatçısı Roy Lichtenstein’ı ve Alman ressam Sigmar Polke’yi akla getiriyor.

Resim, geometrik şekillerden oluşmasına rağmen bütününe bakıldığında gerçekçi bir izlenim yaratıyor. Bu gerçeklik resmin bazını oluşturan fotoğrafa sadık kalınmasından yani fotoğraf lensine bağlı gelişen fluların ve perspektif kırılmalarının resme aynen geçirilmesinden kaynaklanıyor. Modelin ressama verdiği poz fotoğrafçıya verdiği pozla örtüşüyor. İlk bakışta siyah beyaz görünen resimde gri tonlarının yanında, bejler ve maviler dikkatimi çekiyor. Bu tatlı renklilik ve ton zenginliği pikselleşme fikrinin verdiği soğukluğu kırıyor. Dorothea daha insan, daha aileden görünmeye başlıyor.

Hiperrealizm akımına ilgi duyanlar için Barcelona’daki MEAM (Avrupa Modern Sanat Müzesi) bu konudaki geniş koleksiyonuyla mutlaka ziyaret edilmesini tavsiye edeceğim bir adres. Hiperrealist eser görme deneyimini yaşamak ve gerçeğe farklı bir perspektiften bakabilmek için Türkiye’den aklıma ilk gelen isimler, işlerini ilgi ve hayranlıkla takip ettiğim, dünyaca tanınmış sanatçılar Taner Ceylan ve Nur Koçak.


[1] Foto-gerçeklik (Süper Realizm, Yeni Gerçekçilik, Fotoğrafik Realizm, Keskin Odak Gerçekçiliği, Hiper Realizm, Köktenci Gerçekçilik): 60’lı yılların sonunda Amerika’da dışavurumculuk, pop art, minimal sanat akımlarından sonra, figüratif sanata dönüş foto-gerçeklik akımıyla gerçekleşir. Foto-gerçeklik, görülenin, fotoğraf gerçekliğinde bire bir resmedilmesi veya heykelinin yapılmasıdır. Bu gerçeklik izleyicide baktığı eserin resim mi yoksa fotoğraf mı, gerçek mi yoksa heykel mi olduğu konusunda tereddüte düşmesine sebep olur.Bu konuyla ilgili kapsamlı yazıya aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: https://saltonline.org/tr/2163/foto-gercekcilik
[2]http://www.actuart.org/page-chuck-close-le-topographe-hyperrealiste-des-visages-7253872.html

Yazı ve Fotoğraflar: Seylan Kandak

Paylaş:


Yorum yapmak için tıklayın

Diğer Yazıları

2 yıl önce

Bilim Aşığı Sanatçıların Sergisi: Light and Space | Yazan Seylan Kandak

2 yıl önce

Barcelona'da Magritte’in Makinesi! | Yazan Seylan Kandak

2 yıl önce

Paris’te Moda ve Sanat İç İçe | Yazan Seylan Kandak

2 yıl önce

Anni ve Josef Albers Hayat Sanatı | Yazan Seylan Kandak

2 yıl önce

Collection Pinault - İlk perde : Açılış | Yazan Seylan Kandak

En Çok Okunanlar