Rönesans ve Reform gibi iki büyük dalganın şekillendirdiği Avrupa’da, yüzyıllar içerisinde irili ufaklı başka çalkantılar da görülür. Avrupa, bunlarla büyür, beslenir ve güçlenir. Batı’nın gurur duyduğu, yerlere göklere sığdıramadığı kültürü de bu süreçlerin içinden, bu yüceliği destekleyen üretimler yaparak geçer. Zamanla Paris, Batı’nın bu yüksek sanatının merkezi haline gelir. Fakat, Paris’te dünyaya gelen bir sanatçı, sanatını, içinde büyüdüğü uygarlığın her anlamda çok uzağında var eder. O kim midir? Paul Gauguin…
1848’te doğan ve hak ettiği saygıya ölümünden sonra kavuşanlardan Gauguin, yoğun kompozisyonlarında renklerin taşıdığı sembolik anlamları ve gündüz düşlerini anlatır. Basite indirgenmiş masif biçimler, anıtsal üslup ve ışık-gölge kullanımından yoksun bırakılmış resimlerini yalın düşünceyle zenginleştirir.
Peki bunu nasıl yapar? Gündüz düşleriyle kastedilen nedir? Yakup peygamberle meleğin kavgasını izleyen bir grup kadının olduğu “Vaazdan Sonraki Hayal” tablosunda, hikaye onların zihninde gerçekleşir. Bir hayalin resmedilmesinin ötesinde, hayal etme eyleminin kendisini sunar bize. Gözlerinin kapalı oluşuyla bir düş gördüklerinin ipucunu veren kadınlarla bu düşü, tam ortadaki ağaç gövdesi ayırır. Kırmızı zemin, kavgayı yani şiddeti sembolik olarak da vurgular. Böylece, bir gündüz düşünü, o düşü görenlerle beraber anlatır. Ama bu resmin konusu Yakup’la meleğin kavgası yani dini bir öykü değildir. Bu, o hayali görenlerin resmidir.
1891’de kendini ve sanatını bulduğu Tahiti topraklarına varmadan önce, pek çok başka yolculuğa çıkar. Örneğin Peru’ya gider, hatta daha da çok gezebilmek için ticari deniz filosuna katılır yani gezer, çok gezer. Benzer bir süreç çalışmalarında da kendini gösterir. Tam anlamıyla “Gauguin” olan eserlerin ortaya çıkmasına kadar çeşitli sanatsal yolcuklar yapar. Bir dönem izlenimci sanatçıların sergilerinde yer alır. Yani dener, çok dener.
Batı uygarlığı içerisinde yaşadığı güvenli hayatını arkasında bırakıp uzak diyarlara giderken, ona göre yaptığı şey “yapaydan kaçma ve doğanın içine girme”dir. Çünkü o yabani olanı, ilkel olanı arar ve bunlara, Avrupa’nın kalbinde ulaşması mümkün değildir. Bu arzusu ve bu arzuya dayalı adımları, onun üretkenliğinde olumlu etkiler yaratır. 1893’te Paris’e 66 tabloyla ve heykellerle döner. Ama o doğanın ve özgür hayatın tadını alır bir kere, artık çağdaş dünyanın maddeciliğinde yaşaması imkansızdır. 1895’te Tahiti’ye, bu kez yerleşmek ve dilediği ruhani hayatı yaşamak üzere gider.
Saf güzelliği arayan sanatçı bunu ilkel formlarda bulur. Böylece yüce Batı sanatının yetiştirdiği Gauguin, büyük bir zıtlıkla, kendi ilkel ama üstün sanatını yaratır. Çağının kabullerinin aksine eserlerini, olması beklenenlerden soyutlayarak üretir. Bu sayede çarpıcı, yeni ve kendine has olana ulaşır. Hatta bunu Paris’ten ve Paris’in etkisinden çok uzaklarda başarır.
Sembolizmle buluşturduğu primitif sanatıyla yarattığı eserlerinde ne biçimin ne de rengin hakimiyeti vardır. O, her ikisine de eşit değerler yükler. Renkler taşıdığı yepyeni anlamlarıyla, biçimler de yapay zarafetten arındırılmış doğallığıyla bir bütünün iki kahramanı olur. Kimliğinin bir parçası olan uygarlığı yavaş yavaş kaybederken ve büyük keyif duyduğu özgürlüğü deneyimlerken eserleri de bundan payını alır. Kuralların, geleneklerin olmadığı; tersine, cesur ve yassı biçimlerin, deneysel renklerin olduğu insan ve manzara resimleriyle saflığa ulaşmaya çalışır. Duyguyu değil ama düşünceyi, onun yarattığı düşleri renklendirir. Nesnelerin, kişilerin özünü taşıyan çalışmalarına bakarken Gauguin’in şu sözlerini hatırlamakta fayda var:
“Seni yönlendirmeme değil, gözlerini açmanı tavsiye etmeme izin ver.”
Biz de gözlerimizi açıp yatakta uzanan bu genç kıza baktığımızda meraklanmadan edemeyiz. Ressam düşünen bir kızın portresini mi yapıyor, yoksa hayatın içinden bir anı tuvaline yerleştirirken, bu anın kahramanı kendiliğinden düşlere mi dalıyor? Ne olursa olsun aklının başka yerde olduğu bellidir. Tıpkı genç kızın yastığının sarısının bir tek bulutlarda tekrarlanması gibi… Resmin yarısını kaplayan yatağının içinde ama düşlere dalmış olarak bulunuyor orada, ancak bir bulut kadar ulaşılabilir şekilde...
Gauguin’in eserlerine aşina olmak ne yazık ki bizi onlara yaklaştırmaya yetmez. Biçime, kompozisyona, renge, ışık kaynağına ve diğerlerine bakıp da söyleyeceklerimizi bitirdiğimizde Gauguin’e giden yolu sadece yarılayabiliriz. Çünkü onun sembolik sanatında yatan anlamlar her bir çalışmayla ayrı ayrı ilgilenmeyi gerektirir. Yani yol bizi bir bütünün içinden çıkmaya zorlar. Bu aşamada her bir çalışma, bireyselliğiyle seçeceğimiz yönde bizi bekler.
Yazı: Zeynep Dikmen
Yazı ve Fotoğraflar: Zeynep Dikmen
Sansasyonel Resimlerin Yaratıcısı Manet | Yazan Zeynep Dikmen
Klimt’in Kadınları | Yazan Zeynep Dikmen
Kanuni Sultan Süleyman’ın Portresi ve Bilinmeyenleri | Yazan Zeynep Dikmen
Realizm Akımı ve Jean-François Millet | Yazan Zeynep Dikmen
Michelangelo’nun İnsanları | Yazan Zeynep Dikmen
Yorum yapmak için tıklayın