“Katedrallerden ziyade insanların gözlerini resmetmeyi tercih ederim, çünkü katedraller her ne kadar heybetli ve etkileyici olsalar da, gözlerde onlarda olmayan bir şey vardır, bana göre bir insanın ruhu daha ilginçtir.” der Van Gogh. Baktığı her yerde bir duygu arar, belki de duygu olan yerlere bakmayı tercih eder. Şimdi sırada onun sanatına bakmak var; onun ruhuyla hem de tek bir eseri üzerinden.
1888 Arles’da kaldığı odasını yazdığı bir mektupta kardeşi Theo’ya uzun uzun anlatır. Mektuba ufak bir çizimini de yerleştirir. Gauguin’e mektubunda da benzer bir çizim gönderir. Van Gogh odasının yağlı boya tablosunu da yapar ve bu çalışmasını 1889’da iki tekrarı takip eder.
Peki, kendisinin de tabiriyle bu sade odaya baktığımızda ne görürüz veya ne görmemiz gerekir? Normalde, bir sanat nesnesi olan resimler bize bir şey anlatır; bir hikaye, bir tavır, bir düşünce… Ama onun resimlerinde gördüğümüz veya görmemiz gereken “duygu”dur. Fakat bu duygunun bizimle hiçbir ilgilisi yoktur. Orada bizden hiçbir şey yoktur.
Sanat, eserle izleyicinin iletişim kurduğu yerdedir. İletişim, sanatın temelidir. Van Gogh, bunu öyle kolay öyle yalın bir şekilde yapar ki, hemen hepimizin ona hayranlığının sebebi budur belki de. Bu küçük yatak odasını betimlerken de durum farklı değildir. Son derece ifadeci bir anlatım vardır. Her bir nesne izleyiciyle ayrı ayrı etkileşimdedir, adeta her biri dile gelmiştir. Ama konuştukları kişinin biz olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü onları canlandıran, onları konuşturan sanatçıdır. Hepsi ondan bir parça, bir duygu taşır. Van Gogh’un hissettikleriyle yeni varlıklar kazanırlar ve işte biz de bu yeniliğe bakarız.
Bunun için, orada bizden bir iz arasak da bulamayız. Orada yalnızca bu post-empresyonist romantiğin kendisi vardır. Biz bu odaya onun gözünden, onun dünyasından bakarız. Bu nedenle sanata ulaşmak için aradığımız iletişim tuvalin üzerinde değil Van Gogh’un bizzat kendisinde gerçekleşir.
Duyguların hakimiyeti sadece iletişim noktasında değildir. Eserin oluşumunda da kendini gösterir. Resimde derinlik önemlidir ve bunu sağlayan unsurlardan biri de perspektiftir. Bu açıdan, Arles’daki Yatak Odası’nda yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu görürüz. Çizgisel perspektifte bozulmalar vardır, ama tabii ki bu sanatçının kendi tercihidir. Peki, perspektifteki bu sapmalar resmin derinliğinde de sorun olduğu anlamına gelir? Hiç de değil! Çünkü Van Gogh, hissettiği şekilde başladığı resmini yine aynı yolla bitirir. Arles’daki bu küçük ve sade yatak odasında derinlik duygularla verilir. Her bir fırça darbesi kendi zenginliğiyle tuvale yerleşir, katmanlar boyalarla değil sanatçının yüklediği anlamlarla derinleşir. Bu, nesnelerin temsili veya gerçek dünyadan koparılmanın ötesinde bir derinliktir.
Öte yandan Van Gogh, bizi gerçeklikten de tamamen uzaklaştırmaz. Odadaki objelerin dokuları ayırt edebilir. Örneğin koltukların hasırı veya yatağın ahşabı… Yani onun zihninde oluşan sanata ve onun yansıması olan bu tabloya baktığımızda onun istediği şeyi yaşarız, ne tam bir gerçeklik ne de bir kopuş. Çünkü Van Gogh da arada bir yerden bakmaktadır:
“Bana öyle geliyor ki, işte ilerleme kaydetmenin en pratik ve doğrudan yolu çok uzaklara bakmak veya yeryüzüne inmek değildir.”
Yazı: Zeynep Dikmen
Yazı ve Fotoğraflar: Zeynep Dikmen
Sansasyonel Resimlerin Yaratıcısı Manet | Yazan Zeynep Dikmen
Klimt’in Kadınları | Yazan Zeynep Dikmen
Kanuni Sultan Süleyman’ın Portresi ve Bilinmeyenleri | Yazan Zeynep Dikmen
Realizm Akımı ve Jean-François Millet | Yazan Zeynep Dikmen
Michelangelo’nun İnsanları | Yazan Zeynep Dikmen
Yorum yapmak için tıklayın