Anni ve Josef Albers, Hayat Sanatı (Art de la vie) sergisi, 10 Eylül 2021- 9 Ocak 2022 tarihleri arasında Paris Modern Sanat Müzesi’nde izleyicilerle buluştu.
Serginin ismi iki anlamda çok dikkat çekici ve doğruydu. Birincisi, sergi, her iki sanatçının da sanata ve öğretmeye adanmış hayatlarının hikayesini anlatıyordu. İkincisi ve beni daha derinden etkileyen noktaysa bu hayatlara derinlemesine nüfuz etmiş ortak bir aşkın hikayesine de yer verilmesiydi.
Serginin bir benzerini 4 yıl evvel Görsele Dokunmak (Toucher la vue) adıyla Bilbao Guggenheim modern sanat müzesinde gezdiğimde daha geniş çaplı bir eser yelpazesiyle karşılaşmıştım. Çiftin hayat hikayesi sanki biraz yarım kalmış gibiydi oysa Christo ve Jeanne Claude, Anne ve Patrick Poirier çiftleri gibi Albersler de sanatı ve hayatı hep çift olarak iç içe yaşamış. Bu bağlamda, yakın zaman tema sergilerinde küratörlerin de çift olma halini gözeterek sergileri bir hikâye içinde işlediklerine tanık oluyoruz. Kimi kritikler tarafından hâlâ kadın sanatçıların tek başlarına sergilenmemesi bağlamında eleştirilse de bence Albers çiftinin eserleri birbiriyle diyalog içinde ve birbirini yapısal olarak destekleyen çalışmalar olduğundan zorlama durmuyor.
Albers çiftinin birbiriyle tanışması Bauhaus akımının Almanya’da geliştiği ve okul haline geldiği yıllara dayanıyor. Bauhaus kapsamında hem daha önce sanat alanında keşfedilmemiş öğeleri sanata dahil etmeye hem de zanaatın ve endüstriyel üretimin değer kazanmasına yönelik çalışmalar yapıyorlar. Bauhaus ekolüne göre zanaat, yaratıcı alanlarda çalışan sanatçı adaylarının gelişiminde önemli bir rol oynar ve okulda öğretmen öğrenci ilişkisindense usta çırak ilişkisi ön plana çıkarılır. Bauhaus kısaca tarif etmek gerekirse sanat, zanaat ve endüstri arasındaki duvarları yıkarak sanatı hayatın içine sokma hevesindedir. Bu bağlamda modernizmin öncüleri Anni ve Josef Albers, eğitmenlik hayatları boyunca, öğrencilerinin hem el becerileri hem de kişisel sübjektif bakış açılarını oluşturmada ileri taşırlar. Eğitimin temeli zaten bilinen teorileri göstermenin ötesinde yeni sorular sordurmaktan geçer. Josef Albers bu konuda şöyle der: “Hayatı görmeyi ve hissetmeyi öğrenin, hayal gücünüzü geliştirin çünkü hayatta daha başka harikalar da var, çünkü hayat bir gizem ve öyle olmaya devam edecek.”
Modern Sanat Müzesi’nde Albers çifti için düzenlenen sergi, kronolojik bir dizime sahip. İlk bölümde 1920’den 1933’e kadar Bauhaus felsefesiyle gerçekleştirdikleri çok çeşitli eserler, ikinci bölümde çiftin İkinci Dünya Savaşı ve Bauhaus okulunun kapatılması sebebiyle New York’a gidişi ve Black Mountain College’da eğitmenlik yaptıkları dönemde verdikleri eserler ve her iki sanatçının hayatında en büyük yer tutan serilerinden birer seçki var. Bir salon eğitmen kimlikleriyle biriktirdikleri arşive, son salon ise Anni Albers’in ölümüne kadar yaptığı işlere ayrılmış.
Anni Albers’in sanat pratiği öncelikle tekstil üzerine ama sergide çizimlerine, kağıt ve delgeçle gerçekleştirdiği işlere ve readymade (fabrikasyon oblejerden) takı tasarımlarına uzanan geniş yelpazede çalışmalara rastlıyoruz. Eserler bize Anni Albers’in malzemeci bir sanatçı olduğunu gösteriyor. Anni Albers’in dokuma işleri, kullanım alanından bağımsız olarak, bir tablo mantığında, sanat objesi olarak karşımıza çıkıyor. İplikle gerçekleştirilmiş soyut tablolardaki desenlerini oluştururken Anni Albers geometrik formlardan yola çıkıyor ve tekrarlarla doku yaratıyor.
Josef ve Anni Albers eserlerindeki ortak kavramı geometrik soyutlama olarak tanımlayabiliriz. Ayrıca optik yanılsamalar ve renk üzerine araştırmalar da her iki sanatçının eserlerinde sıkça göze çarpıyor. Josef Albers’in sanat hayatında dönüm noktası işte bu renk ve optik araştırmalara başlamasıyla gerçekleşmiş. Ölümüne dek ürettiği Kare’ye Övgü (Hommage au Carré) serisindeki binlerce tuvalde, yalnızca kare formu kullanıyor. Kare form ve etrafındaki çerçeve alanı farklı renklerin yan yana kullanılmasıyla optik yanılsamalara yol açıyor. Bu olayı kısaca renklerin arasındaki ilişki ve sınırsız kombinasyonlar olarak tanımlayabiliriz. Albers’in araştırma arşivi niteliğindeki tablolarına baktığımızda renk ve form kullanımlarının farklı derinlik algıları oluştuğunu görüyoruz. Aynı renkler her zaman aynı etkiyi yaratmıyor ve etraflarındaki diğer renklerle bağlantılı olarak farklı algılar oluşturuyorlar. Albers, hiçbir rengi bulunduğu ortamdan ayırarak değerlendirmenin mümkün olmadığını ispat ediyor. Renklerin koyuluk veya açıklık gibi basit tanımlayıcı nitelikleri bile ancak yanına gelen farklı bir renk tonu ile belirlenebiliyor. Tablolarda gördüğümüz üst üste konmuş üç kare veya derine doğru gidilecek bir tünel ya da aksine bize doğru yükselen piramidal bir kesit olarak algılanan şekillere yakından baktığımızda, tuvale sürülmüş, sınırları birbirine değen renk alanlarının ayırdına varıyoruz.
Anni ve Josef Albers’in çalışmaları daha sonra ortaya çıkacak olan minimalizm akımı için de sağlam bir temel oluşturuyor. Eş şekillerin farklı pozisyon ve boyutlardaki tekrarlarıyla elde edilebilen sonsuz kombinasyonlar minimalist sanat gibi günümüz dijital sanat eserlerinde de tekrar tekrar karşımıza çıkıyor.
Detaylı sergi videolarına aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=8iy4trWILVo
https://www.youtube.com/watch?v=EoILVSUzToc
Yazı: Seylan Kandak
Bilim Aşığı Sanatçıların Sergisi: Light and Space | Yazan Seylan Kandak
2 yıl önceBarcelona'da Magritte’in Makinesi! | Yazan Seylan Kandak
2 yıl önceParis’te Moda ve Sanat İç İçe | Yazan Seylan Kandak
3 yıl önceCollection Pinault - İlk perde : Açılış | Yazan Seylan Kandak
3 yıl önceEbediyete Uğurladığımız Christo'ların 60 Yıllık Projesi Paris’te Vücut Buldu | Yazan Seylan Kandak