Kapak: Henry Fuseli, Kâbus, 1781, Tuval üzerine yağlıboya,
101,6 cm × 127 cm, Detroit Institute of Arts
Çoğu zaman gördüğümüz kabusu, sabahın ilk ışıklarıyla zihnimizi terk eden garip ve geçici bir ziyaretçi olarak tanımlarız. Peki o kabus, toplumun en derin korkularını, en gizli arzularını ve hatta modern korku tanımını açığa çıkarabilir mi? Gördüğümüz ve zihnimizden hızla attığımız bu gece ziyaretçilerinin aslında iç dünyamıza tutulmuş bir ayna olduğunu düşünürsek yanılır mıyız? 1781 yılında İsviçreli sanatçı Henry Fuseli tarafından resmedilen “The Nightmare” (Kâbus), bu sorulara cevap verirken zamanın ötesine geçerek iki yüzyıl sonra bile hâlâ rahatsız eden, aynı zamanda büyüleyen psikolojik bir manzara ortaya koyuyor.
1741’de İsviçre’nin Zürih kentinde doğan Henry Füssli, fantastik ve doğaüstü temaları işleyen eserleriyle tanınan, Romantizm akımından etkilenmiş bir ressamdır. Yazar ve ressam olan babası onu din adamı olmaya yönlendirmiş olsa da, sanat tutkusu ağır basmıştır. 1770–1778 yılları arasında Roma’da öğrenim gören ve çalışan Füssli, burada soyadını İtalyanca hâliyle “Fuseli”ye dönüştürmüştür. 1782’de Kraliyet Akademisi’nin Yaz Sergisi’nde The Nightmare’ı sergilediğinde izleyicileri derinden etkilemiş ve aynı ölçüde tedirgin etmiştir.
Yatağında uzanan genç bir kadının göğsüne tüm ağırlığıyla çömelmiş grotesk bir karabasan ve perdenin ardından sırıtan hortlak at başı… Bu tuhaf, erotik ve ürpertici kompozisyon hem korkunun hem arzunun hem de bilinçaltının eşsiz bir sentezidir.
Fuseli’nin tablosu, ilk bakıştaki sarsıcı etkisinin ötesinde, insan zihninin karanlık derinliklerine açılan bir kapıdır. Mary Shelley ve Edgar Allan Poe gibi yazarların daha sonra edebiyatta keşfedeceği bilinçaltının coğrafyasını sunan derin bir alanın estetik öncüsüdür. Rüya ile gerçek arasındaki bulanık sınır, arzunun canavarlaşacağı, baskının ise bir tür dehşet yaratacağı bir dünyanın habercisidir.

Eserin Fuseli tarafından yapılan 1790-1791 tarihli bir başka versiyonu
The Nightmare, hem yüzyıllar önceki gotik sanatın karanlık duyarlılığını yeniden diriltir, hem de yeni doğmakta olan gotik edebiyatın özünü resimsel bir imgeye dönüştürür. Bu tabloda yalnızca uyuyan savunmasız bir kadın görmeyiz; aynı zamanda bilinçaltının istilasına uğramış bir zihnin görsel tasviri vardır. Kadının göğsüne çömelmiş karabasan, içsel kaygıların fiziksel bir tezahürü gibidir: Arzu duygusunun kişi için tehlikeli, kontrol edilemez, hatta şeytani olabileceği korkusu…
Bu anlamda Fuseli’nin vizyonu, Mary Shelley’nin Frankenstein’ı ile paralellik gösterir. Victor Frankenstein da tıpkı tablodaki genç kadın gibi, kendi hayal gücünün yarattığı şey tarafından ezilir. Canavar, onun hırs, suçluluk ve bastırılmış arzularının cisimleşmiş hâlidir; tıpkı karabasanın kadının göğsünde vücut bulması gibi. Her iki eser de aynı soruyu sorar: Bastırılmış dürtülerimiz yüzeye çıkmayı reddettiğinde ne olur?
Benzer şekilde Poe’nun Usher Evi’nin Çöküşü eserinde, malikânenin kendisi okuyucuya bir zihnin çarpık, karanlık manzarasını sunar. Çürüyen yapı, sahibinin parçalanmış ruh hâlinin bir aynasıdır. Bu boğucu atmosfer Fuseli’nin tablosundaki gibi klostrofobik, yoğun ve rahatsız edici bir gerilim taşır.

Sigmund Freud rüyalar ve bilinçaltı üzerine teorilerini geliştirmeden çok önce Fuseli, The Nightmare ile bu temaları çarpıcı şekilde resmetmiştir. Freud’u derinden etkileyen bu tablonun bir kopyası, 1920’lerde psikanalizin kurucusunun Viyana’daki dairesinde asılıydı.
Freudcu bir okuma yapıldığında, karabasan yarı insan yarı canavar hâliyle yasaklanmış arzuyu ya da suçu temsil eder. Perdenin ardından fırlayan delici bakışlı at başı ise röntgencilik, saklı olanın açığa çıkması ve bilinçaltının zorla yüzeye taşınması imasını taşır.
Resim, bilinçaltının kontrolü ele geçirdiği anı —rüya gören kişinin kendi fantezisinde pasif bir özneye dönüştüğü o kritik eşiği— görünür kılar. Kadın figürü hem korkunun hem de hayranlığın nesnesidir. Gevşek duruşu, açıkta kalan boynu ve dalgalanan elbisesi arasındaki ince erotik gerilim, korku ile haz arasındaki çizgiyi ustaca bulanıklaştırır.
The Nightmare, 18. yüzyılda kadın cinselliğine yönelik toplumsal kaygıları barındırdığı için dikkat çekicidir. Uyuyan kadının savunmasız bedeni saftır ve tehlike altındadır; ne tamamen ölüdür ne de tam anlamıyla hayattadır. İrade gücünün askıya alındığı, ara bir alanda asılı kalmıştır. Bu paradoks, uzun yıllar boyunca sanatta kadın temsilinin temel motiflerinden biri olmuştur.
Karabasanın kadın üzerindeki hâkimiyeti, kadın arzusunun kontrol edilemez olduğuna dair ataerkil korkunun dışavurumudur. Kadınların kendi iradeleriyle yönlendikleri bir dünyayı düşlemek bile birçok toplum için tehdit edici olmuştur. Bu nedenle resim, kadın arzusunu dışsallaştırır ve onu kelimenin tam anlamıyla bir iblise dönüştürür.
Fuseli bu yolla yalnızca bireysel bilinçaltını değil, toplumsal bilinçaltını da görünür kılar: toplumun cinsiyet, güç ve bilinmeyenle ilgili kabuslarını, karanlığın içinden yükselip yüzümüze bir gerçeği haykıran son bir nefes gibi gözlerimizin önüne serer.