‘Hayvanlar alemi’ en başından beri sanatçıların ilgisini çeken bir konu olmuştur. Tarih öncesi dönemlerde çizilmiş grafikler, mağarlara oyulmuş çizgiler bize dönem insanlarının etrafında gördükleri hayvanları resmettiğinin en güzel kanıtı değil midir?
GÖZLEMLER
Amerika kıtasının keşfi batılı insanların hayat görüşünü ve düşünce yapısını tamamen değiştirmiş, bakış açısını genişletmişti. Daha önceden görülmemiş hayvan kümelerinin bulunmasıyla, yeni keşfedilen bu topraklar sanatçıların ilgisini çekiyordu. Yerel hayvan türleri ya öldürülerek ya da yakalanarak Avrupa’ya, sanatçı ve bilim adamları tarafından araştırma ve incelemeler için getirtilmeye başladı. Bazı hayvanlar iklim şartlarına alıştırılarak Avrupa topraklarına taşındılar. Hindi, bu hayvan türlerinin başında geliyordu. Etinden yararlanmak bir kenara doğal güzelliği de insanları büyülemeye yetiyordu.
Albrecht Dürer, 1500 yılında çok büyük bir titizlikle çizdiği tavşan resminde en ince detayı bile göz ardı etmemiştir. Bu resmi, uzun süreler boyunca canlı veya cansız bir çok tavşan üzerinde yaptığı gözlemler sonucu çizmiştir. Yani bu resim yalnızca bir tavşan portresi olmaktan çok uzaktır. Bu çizim, ressamın birikmiş tüm gözlem ve çalışmalarının, bir tavşan üzerinde buluşmasıdır. Sonuç mükemmele yakındır.
Hans Hoffmann, Dürer’nin ünlü tavşan resmini yaklaşık 24 yıl sonra tekrar resmetmiştir. Bu kez Hoffmann, tavşanı bir peyzaj içinde sergilenmiştir. Ressamların çalışmalarındaki titizliğine farklı bir canlı türü üzeride daha rastlıyoruz : böcekler.
Jacques de Gheyn ve Jan van Kessel, eserlerini küçük formatlarda, kağıt, tahta veya bakır levhalar üzerine uyguluyorlardı. Canlılar genelde boyut oranları dikkate alınarak çiziliyordu.
68 farklı kuş türünü tek bir tabloda toplayan anonim bir Alman ressam, dönem sanatçılarının « accumulation » (bir arada toplama, yığma), estetik ve bilime olan ilgi ve zevklerini ortaya koyan eserlerden yalnızca bir tanesidir.
At, batı medeniyetinde çok önemli bir yere sahiptir. Avda ve savaşta kullanılan bu hayvan, aynı zamanda sahiplerine prestij sağlıyordu. Bu bakımdan dönemin en önemli hayvanı olarak sayılan at, sanatçılar tarafından çok yakından incelenmiştir. 16. yüzyıl itibariyle anatomi alanında gerçekleşen gelişmeler ressamların çalışmalarına büyük katkıda bulunmuştur.
Théodore Géricault, at resimleri çizmekteki tutkusunu, çizimlerindeki detaylara ve titiziliğine yansıtmıştır. Atın deri, iskelet ve kaslarını mükemmele yakın bir şekilde çizmiştir. Dörtnala koşan bir atın hızına yetişemeyen insan gözü, hayvanın hareketlerindeki detayları kaçırdığı için, başarılı fotoğrafçı Muybridge 1880-1900 yılları arasında yaptığı çalışmalarla atın hareketlerini negatif fotoğraf filmi üzerinde saptamıştır.
Ünlü ressam Edgar Degas bu çalışmalardan çok etkilenmiş, eserlerine de bu etkiyi yansıtmıştır. Tunçtan yapıltığı at heykellerinde Muybridge’in deneylerinden faydalanmıştır.
Bu eserlerin yanında, farklı fizyonomiye sahip hayvan resimleri de bulunmaktadır. Sergide siyah gözlük takıyormuş gibi görünen bir sığır ile kafa yapısı fareye benzeyen bir çeşit koyun resmi ile karşılaşmaktayız.
John James Audubon’un 1826-1838 yılları arası yayımlanan elle çizilmiş ve renklendirilmiş gravür kitabı günümüzde hala satış rekorları kırmaktadır. Bir sanatçı aynı zamanda da bilim adamı olan Fransız kökenli Amerikan ressam Audubon, bu kitapta 25 farklı tür ve onun altında farklı dallara ayrılan bambaşka cins kuşlarını resmetmiştir. 1 metre boyunda olan kitapta 435 farklı resim bulunmaktadır.
ÖNYARGILAR
Hayvan resimleri çizen sanatçıların natüralist yaklaşımına tamamen nesnel diyemeyiz. Çünkü onlar da herkes gibi toplumun önyargılarından etkilenmişlerdir. Bazı hayvanlartoplumun gözünde zararlı olarak kalıplaştırılmış ve hatta fobi sebebi olmuşlardır. Fare ve sıçanlar, bulaştırdıkları veba hastalığından dolayı tiksinilen bir hayvandır. Yarasalar ise şeytanla bağdaştırılmıştır.Gündüzleri uyuyup geceleri ortaya çıkması korkunç karakter çizgilerini kuvvetlendirmiştir.
Neredeyse tüm hayvanlar insanların ahlaki değer yargılarında farklı karakter ve yansımalarla algılanmış ve özdeşleştirilmiştir. İlkçağdan beri tüm canlılar ya ‘iyi’ ya da ‘kötü’yü temsil etmiştir. Ezop masallarından La Fontaine’e kadar, fiziksel görünüşleri ve yaşam tarzlarıyla hayvanların daima temsil ettikleri bir karakter, ve gerçek hayatta bağdaştırıldıkları kişilikler vardır. Karınca daima çalışkan ve ileri görüşlü ancak cimridir. Ağustosböceği ise kaygısız ancak herkese borçludur.
Bu kalıpları çiğneyen ressam yok mudur ? Elbette buna en güzel örnek Picasso’nun sempatikleştirdiği kurbağa figürüdür.
Köpeklere olan hayranlık tarihöncesi çağlara dayanmaktadır. İlk evcil hayvan oluşuyla köpek, sadık ve uysal olmasının yanında sahibine itaat ettiği için, aynı zamanda da avcılıkta iyi bir dost olduğundan insan hayatında değerli bir yer edinmiştir.
Güzelliğinin yanında karakter sahibi oluşu, asil duruşu ile köpekler, soyluların portrelerinde, ayaklarının yanında diz çökmüş biçimde sık sık yer almışlardır. Sahibine prestij sağlamaktadır. Bu resimde kadife bir yastığın üzerinde nazikçe poz veren köpek, sarı ipek bir kumaşın önünde, aristokrat zevkler eşliğinde resmedilmiştir.
Köpeklerin aksine kediler, toplum tarafından ortaçağdan itibaren vahşi, yırtıcı bir imge olarak görülmüştür. Genellikle uyuşuk, tembel, nankör ve düzenbaz olarak nitelendirilmiştir. Aynı zamanda kadınsı olgularla ve lüks ile özdeşleştirilmiştir. Rönesans itibariyle, Avrupa’ya dışarıdan getirilen egzotik kediler sayesinde biraz olsun kalıplaşmış olan bu negatif görüş yaralanmıştır. Ancak yine de güzel bir hayvan olarak görülmemektedir. Buffon, kediyi, sadakatsiz, ahlaksız ve sahtekar olarak tanımlarken tam aksine köpeği ise bir hayvanda bulunması gereken tüm güzel yönlere sahip tek hayvan olarak tarif etmiştir. Ancak, 18. yüzyıl itibariyle sıçan istilalarıyla karşı karşıya kalan toplum, kedinin fare avlamadaki ustalığını farkedince, yavaş yavaş kediye hayatına dahil etmeye başlamıştır.
Sergide Jean Jacques Bachelier’nin resmettiği, kelebek yakalamaya çalışan edalı bir ankarakedisi ile karşılaşıyoruz. Uzun, büyüleyici tüyleriyle lüksün sembolü haline gelen kedi motifi, 18. yüzyıl sonu itibariyle aristokrasinin en vazgeçilmez imgelerinden biri olmuştur.
İnsanı en büyük şaşkınlığa uğratan hayvan ise maymun olmuştur. İnsanın kendine bu kadar benzeyen bir hayvan ile arasındaki karmaşık ilişki sanata da yansımıştır. Kendini ve doğasını bu kadar iyi taklit edebilen bir başka varlığa rastlayınca sanatçılar maymunu bir alterego (bana benzeyen bir başkası) yani diğer-ben şeklinde nitenlendirmişlerdir.
İnsan gibi mimikleriyle ilgi çeken ancak benzerliğiyle de bir o kadar ürküten bu canlı, bir çok ressamın fırçasına konu olmuştur.
Bu resimde Gabriel von Max 9 farklı cins maymun çizmiştir. ‘Sanat yorumcuları’ ismini verdiği bu resimde, maymunlar, bir tabloya bakmaktadır. Ancak tablonun yalnızca yan tarafı, çerçevesi görünmektedir. Ne resmi olduğunu seyirci göremez. Bu da ünlü ressamın seyirciye oyunu ve hatta mesajıdır. Tablonun içindeki tabloyu bir ayna olark değerlendirebilir, kendimizi resmin içinde maymunların yerinde bulabiliriz.
ÇAĞDAŞ SANAT VE HAYVANLAR
Hayatımızın her alanında karşılaşığımız hayvan figürleri, cisimlendirilerek peluş haline getirilen, tek düzeleştirilen imgeler halini almıştır. Sanatçılar, zamanımızın globalleşen, tüketici toplumlarını eleştirerek, bu toplumların yaşam biçimlerini ve ekosistemdeki yerini sanatına konu edinmiştir.
Yazı-Fotoğraflar: Leyla Ünsal