fea9fc85-a4dd-409c-a5d3-ca191ef6a237.jpeg

Hiçbir Şeye Şaşırmamak, Gerçekten Bir Sanat Mıdır?

Fulden Karayel Okumuş

bir ay önce

Sanatın nerede ve nasıl var olduğunu sorgulamak, aslında kendi içimizdeki derinliği keşfetmekle başlar. “Sanat dediğimiz şey hep mi bir sanat mekanında yer almalı?” diyoruz. O resimler, heykeller, sahnelerde alkışlanan oyunlar… Şüphesiz bunlar da kıymetli, ama belki de sanat, tam olarak gözlerden uzak, herkesin fark etmediği o köşede, içimizde bir yerlerde gizlidir. Bazen bir bakışta, bazen de sadece derin bir iç çekişle anlatılabilecek bir hâlde. İşte tam da burada, bir soruyu kendimize sormak lazım: Asıl mesele içeride olup bitenlerde değil mi? Gerçek sanat, belki de kimseye anlatamadığımız ama her an hissettiğimiz o küçük, ama derin duygularda saklıdır.

 

 

Kimileri buna “stoacılık” der, kimileri “olgunluk”... İster adını ne koyarsanız koyun, bu sessiz sanat, hayatın en güçlü ve en gerçek sesi bence. Çünkü bakın, artık şaşırmamayı öğreniyoruz. Korkutucu bir şekilde, bu bir tür savunma mekanizmasına dönüşüyor. Düşünsenize, milyonlarca insanın dilinden düşmeyen cümle şu: “Artık hiçbir şeye şaşıracak hâlim kalmadı.” Sanki hepimiz, duygularımızı tutarak görünmeyen bir buz tabakasının üstünde yürüyormuşuz gibi. Ama unutmayın, sanat hâlâ orada. Sessizce, derinlerde, yaşamaya devam ediyor.

 

 

Platon der ki, insan şaşırabildiği sürece içinde bir bilgelik büyütürmüş. Bunu bir düşünün, ne kadar kıymetli bir şey bu… Şaşırmak. Belki de en insanca hâlimiz. Bir heykelin kıvrımına, bir şarkının tek bir notasına, yıllar önce ezberlediğimiz bir şiirin içinde kaybolan o kelimelere yeniden tutunabiliyoruz. Şaşırıyoruz. O an… içimizde bir titreşim yükseliyor. Belki de en çok özlediğimiz şey bu: Hayret etmek. Kalbinizin hızla attığını, gözlerinizin bir anda büyüdüğünü, kulağınızın bir sese irkildiğini hissettiğiniz anlar… Bunların hepsi aslında birer miras. Taa atalarımızdan kalan o kadim mekanizma hâlâ bizde çalışıyor. Şaşırabiliyoruz ya, bu bile başlı başına bir mucize. Mesela biri içten bir şey söylüyor, hiçbir beklemediğiniz bir anda karşınıza bir iyilik çıkıyor, birinin kalbi hâlâ tertemiz kalmış… Küçük şeyler gibi görünüyor, ama işte bence, tam bu zamanda, bunlar devrim gibi şeyler. En son ne zaman, sırf durup dururken içini ısıtan bir şeye rastladınız ve farkına bile varmadan gülümsediniz? İşte o anlar, “yaşıyoruz” dediğimiz şeyin ta kendisi. O yüzden diyorum ki, biri içten bir cümle kurduğunda, güzel bir niyetle karşılaştığınızda, sevgiye, dostluğa, dürüstlüğe denk geldiğinizde… susturmayalım kendimizi. Şaşırmak, en doğal hakkımız. İçimizde bir kıpırtı olsun. Çünkü bu hâl, bizi hayatta tutan, en değerli şey.

 

 

 

Hâlâ şaşırabilenler var. Hâlâ hayata dokunabilenler… Bu dünyada farklı kodlarla var olmanın, kendini bu karmaşada bulmanın yolunu keşfeden, farklarını sadece kabul etmekle kalmayıp ona bir yön de veren, çok kıymetli bir kitle. Onlar, içine doğdukları dünyanın aslında başka bir yer olması gerektiğini hissediyorlar ve bunu dile getirmekten vazgeçmiyorlar. Hayat onlara ne koyarsa koysun, zihinlerinde her defasında bir başka kare yaratıyorlar. Başka bir ihtimali, başka bir güzelliği… Ama bu sadece içlerinde kalmıyor; sanatla, fikirle, üretimle dışarıya taşıyorlar. Bizim coğrafyamızda da böyle pek çok yaratıcı insan var. Toplumsal meselelerle farklı şekillerde yüzleşen, görünmeyeni görünür kılmaya çalışan, bizlere yepyeni bakış açıları sunan değerli sanatçılar… İşte “Şaşırt Beni İstanbul” da tam olarak bu duygudan doğuyor. Bu sergide karşımıza çıkan isimlerden biri var ki, o da şaşırabilme hâlini bir üretim biçimine dönüştürenlerden: Ressam ve akademisyen Dr. Seval Özcan. O, bahsettiğim farkı hem taşıyan, hem düşünerek üreten, hem de cesurca görünür kılan bir sanatçı… Hem de tam kalbinden.

 

 

Ataköy Baruthane’de kapılarını açan “Şaşırt Beni İstanbul” sergisi, Seval Özcan’ın İstanbul’a olan derin, katmanlı sevgisini sanatla dile getirdiği bir davet gibi… İstanbul’un sürprizlerle dolu ruhunu, bazen bir sokak aralığında, bazen gökyüzüne bakan bir pencerede yakalayan sanatçı, bu kez geçmişi ve geleceği birleştiriyor. Klasikle dijitali yan yana getiren eserleri, teknolojinin sunduğu imkânlarla birleşince, ortaya sadece bir sergi değil, izleyeni içine çeken, düşündüren ve hissettiren bir deneyim çıkıyor. Büyük ekranlar, dijital gözlükler… Evet, teknoloji var ama mesafe yok. Çünkü burada sanat, doğrudan dokunuyor. İzleyici sadece bakmıyor, mekânla ilişki kuruyor, şehri yeniden keşfediyor. Her yaştan insanın, İstanbul’a başka bir gözle bakabilmesi için… belki de sadece bir kez şaşırmak yeter.

 

 

Bazen hayatın o dur durak bilmeyen koşturmacasında, bir adım geri çekilmek gerekir ya hani… İşte “Şaşırt Beni İstanbul” sergisi tam da bunu yapmamız için bir davet gibi karşımızda. Dikkat, farkındalık, sorgulama… Belki de uzun zamandır temas etmediğimiz kavramlarla yeniden bağ kuruyoruz burada. O tanıdık his vardır ya, “Bunu hep içimde taşıyordum ama bir türlü kelimelere dökememiştim” dediğimiz… İşte bu sergi tam da o hissi uyandırıyor. İstanbul’un sürekli değişen dokusu, sokakların ruhu, binaların hafızası… Hepsi burada; görselde, kavramda, detayda. Seval Özcan, çağdaş sanatın farklı dillerini bir araya getirirken bir yandan da bugünün ruhunu, parça parça değil, tam kalbinden yakalıyor. Ve biz, şaşırmayı unuttuğumuzu sanırken, bu sergi aslında bize diyor ki: Şaşırmak, hâlâ mümkün. Hâlâ kıymetli. Üstelik bu yolculukta interaktif işler de var. Yani sadece bakmakla kalmıyorsun, içine giriyorsun, bir parçası oluyorsun. Çünkü mesele ne gördüğümüzden çok, nasıl dahil olduğumuzda saklı. O zaman son bir soru: En son ne zaman gerçekten şaşırdınız? Belki cevabı, 29 Haziran’a kadar Baruthane’de sizi bekleyen Şaşırt Beni İstanbul sergisinde bulursunuz. Kim bilir?

 

 

Seval Özcan’la “Şaşırt Beni İstanbul” sergisi üzerine derin ve ilham verici bir sohbet gerçekleştirdik. O anın içindeki detaylar ve düşünceler tam da sanatı, şehri ve şaşırmayı nasıl bir araya getirdiğini anlatıyor. İşte o sohbetten yansıyanlar:

1. Serginizde çağdaşla geleneksel sessizce el sıkışıyor… Bu serüvenin ilk adımı neydi? Sizi ilk ne harekete geçirdi?

Bu yolculuk babamın el halılarının restorasyonu ve konservasyonu yaptığı yıllarda başladı. Sanatsal köklerim, doğduğum evde, ailemin içinde yeşerdi. Motiflerin hikayeleriyle büyüdüm. Kuşaklar boyunca halıyla uğraşan bir ailenin parçasıydım. İpek halıların zarafeti, dokumanın inceliği, sabırla atılan her ilmek ve doğal boyaların güzelliğiyle tanışmam çok erken yaşlarda oldu. Edip Cansever’in dediği gibi, “Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.” Bu yüzden o yıllarda ekilen tohumlar bugün hâlâ beni harekete geçiriyor. 

 

 

2. Modern desenlerin içinde hep tanıdık bir iz var. Dokumadan gelen ritim, seramikten gelen sabır... Siz bu katmanları birbirine nasıl örüyorsunuz?

Hayatımın her alanında bağlantısallık bir oyun gibi yer alıyor. Bilim ve sanat benim için ayrılmaz. Tasarımlarımda desenleri, dokuları oluştururken bağlantıların ortaya çıkışı bana heyecan veriyor. Bilim der ki: Önemli olan bağlantısallıkta esas olan parçalar değil, onların birbiriyle ilişkisi yani bağlantısallığıdır. Yüzeydeki noktalar arasında kurduğum bu ilişki, eserlerimin derinliğini oluşturuyor. Ve bazen en kıymetli olan şey, boşlukların ta kendisidir.

 

 

3. Çintemani gibi derin kökleri olan bir motifi bugünün kıpır kıpır estetik diliyle buluşturmak kolay değil. Bu fikir ilk ne zaman düştü aklınıza?   

Sanat, sevgi ve renkler çocukluğumdan beri hayatımın merkezinde. Bu motiflerin içine doğdum diyebilirim. Kendi hikâyemdeki bütün cevaplar zaten bu kültürle harmanlanmıştı. Marmara Güzel Sanatlar ve Ankara İletişim Fakültesi’ndeki eğitimlerimle bu yolu derinleştirdim. Gözlem yeteneğimle sanatla olan bağım daha da güçlendi.

 

 

4. Şehir her an değişiyor, akış hızla devam ediyor… Ama siz izleyiciyi bir anda durduruyorsunuz. “Şaşırt Beni İstanbul” derken neyi hissettirmek istiyorsunuz?

Sanat sis perdelerini kaldırmak için bir araç. Çalkantılı bir dönemden geçiyoruz, hepimiz bir türbülans içindeyiz. Sanki sürekli sallanan bir uçağın içindeyiz ve hayatı fark etmeden yaşıyoruz. Oysa durmaya, fark etmeye ve şaşırmaya ihtiyacımız var. Sanat, yeni bir biçim yoluyla, yeni gerçekler yaratır. Sanat, sıradan olanı sihirli bir şeye dönüştürür. Sergimde de bunu yapmak istedim.

 

 

5. Geleneksel desenlerle dijitalin enerjisi arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz? İlhamınız bu çatışmadan mı geliyor?

Bazen ilhamım zıtlıklardan geliyor. Ama çoğunlukla İstanbul’dan, doğadan ve Anadolu’nun motiflerinden besleniyorum. Zıtlıklar varlığı mümkün kılar: Gece gündüz, siyah-beyaz gibi. Ben bu enerjilerin birlikte var olabildiğine ve muazzam bir harmoni yarattığına inanıyorum. Geleneksel olanı dijitalle yorumlamak, zamanın ruhunu yakalamak için eşsiz bir fırsat.

 

 

6. “Kimse fark etmez ama ben koymasam eksik kalırdı” dediğiniz detaylar var mı?

Evet, boşluklar. Eserlerimdeki yüzeyde yer alan boşluklar benim için çok anlamlı. Sessizlik gibi… Orada söylenmeyen şey saklı. 

 

 

7. Bu süreçte sizi derinden etkileyen, hâlâ tebessüm ettiren bir anınız oldu mu?

Sabahın 4’ünde kalkıp herkes uyurken üretmeyi seviyorum. Sessizlik, sabahın bereketiyle birleşince ortaya bambaşka bir enerji çıkıyor. Eserlerimi yaparken öyle bir konsantrasyona giriyorum ki, dış dünya ile bağım tamamen kopuyor. O anlar adeta başka bir boyuta geçiş gibi. Neşe de var, hüzün de…

8. Bu desenlerin arasında siz neredesiniz? Sessiz izleyici mi, merkezde dönen kişi mi?

Tüm dairelerin ortasında duran ama her boşluğu kendi varlığının hafifliğiyle izleyen kişiyim.

 

9. İzleyicilere “En son sizi ne şaşırttı?” diye soruyorsunuz. Bu küçük ama etkili sorunun dönüşü nasıl oldu?

Bu soru sayesinde izleyiciyle gerçek, derin bir bağ kurduk. Artık hiçbir şeye şaşırmıyoruz ve bazen hızlıca kabulleniyoruz. Oysa iyilikle bile karşılaşsak, şaşırıyoruz. Ben şaşırmayı yeniden hatırlatmak istedim. Güzel bir şeye hayran kalmanın, iyi bir davranışa takdir duymanın şaşkınlığına dönmek istedim.

 

10. Son olarak… İzleyici bu sergiden sadece tek bir duygu taşıyacak olsa, ne olsun isterdiniz?

Merak. Çocuk gibi merak etmek… Yeniden öğrenmeye istek duymak. Merak etmek insanı sabahları erkenden uyandırır, heyecanlandırır. Bence sanatla kurulan bağın özü budur. Merak duygusu, izleyiciyi eserle bağ kurmaya iter. Noktalar arasındaki ilişkiler o zaman anlam kazanır. Ayrıca şunu da vurgulamak isterim: “Şaşırt Beni İstanbul” sergim Ataköy Baruthane’de, tarihi bir kamusal alanda 26 Haziran’a kadar ücretsiz olarak gezilebilir. Lütfen “Müze binasında sergi var, ücretlidir” diye düşünmeyin. Sanat, yaşarken görülmeli. Sanatçıları anmak için ölmelerini beklemeyelim. Sanatçıların ölmesi sonrası anma törenlerinde gitmek yerine yaşarken değer görmeleri önemli. Özellikle çocukların ve gençlerin sanatla karşılaşması sosyal yapının iyileşmesi için hayati. Bilim, kültür ve sanatın yaygınlaşmasında sergiler önemli bir rol üstleniyor. Sanata olan mesafe kalkmalı. “Şaşırt Beni İstanbul” sergime hepinizi bekliyorum.

 

 

 


Yorumlar (1)
MD

Mustafa Deniz

Muhteşem bir röportaj olmuş, Muhteşem bir sergi harika bir röportajla desteklenmiş. Sanat şifadır, sanat toplumları iyileştirir ve sanat her zaman desteklenmelidir.


En Çok Okunanlar

Bizi Whatsapp'ta takip edin