6109d5f6-b0e3-40d8-bad6-12b8e06fda9f.jpeg

Özgür Aşk: Jean Paul Sartre ve Simone De Beauvoir | Yazan Yasemen Çavuşoğlu

Yasemen Çavuşoğlu

4 yıl önce

''İnsan, önce kendi varlığına sonra diğer insanlara sorumludur. Bu sorumlulukların farkına varılması ve yerine getirilmesi için bireyin özgür olması gerekir.” 

Her ikisi de birer dahi çocuk olarak yaşamlarının ilk yıllarından itibaren dikkat çekmiş. Çocukluklarından başlayarak okuyor, okuyor, okuyorlar... Yazıyor, yazıyor, yazıyorlar.

Simone De Beauvoir, 9 Ocak 1908’de Paris’te  geleneksel bir ailede dünyaya gelmiş.Babası George Bertrand de Beauvoir bir hukukçu, annesi Françoise zengin bir bankerin koyu Katolik bir kızıdır.Ataerkil bir ailede büyümüş, kişiliğinin koyu katolik annesinin ve bilinemezci babasının karşıtı olarak şekillendiği söylenebilir.

Çocukluk yıllarında ‘çocuk’ diye adlandırılmaktan nefret etti... 

Genç kızlık döneminde ise, yetişkin bir kadının sıradan ihtiyaçlarından yola çıktı. Gelenekleri yıkarak, kadınların kendi başlarına bir birey olabilmeleri için, ileride herkes tarafından kabullenilecek “Feminizm’in Duayenirolüne soyunacaktı.

Simone De Beauvoir

Jean Paul Sartre21 Haziran 1905’te Paris’te doğdu. Burjuva bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası o çok küçük yaştayken öldü ve annesi de ailesinin yanına döndü. Sartre, hep örnek çocuk olarak gösterildi. Çocukluğunda geçirdiği bir rahatsızlık sonucu sağ gözü görme kaybına uğradı. Kötü görünümlü bir şaşılığa yol açan hastalığının izi ona hayatı boyunca miras kaldı. O ise şaşı bakan ama hiç şaşırmayan gözleriyle, kişi özgürlüğünü savunan Varoluşçuluk akımının sözcülüğünü yapacaktı.

Jean Paul Sartre

İlk tanışma

20. yüzyıl düşünce hayatının en önemli iki ismi olan Sartre ve Simone de Beauvoir, 1929 yılında Sorbonne’da tanıştılar. Sartre toplu derslerde gördüğü Simone’dan öylesine hoşlanır ki, onunla tanışma isteğini, ortak arkadaşlarından birinin aracılığıyla gerçekleştirir. İlk karşılaşmalarının üzerinden birkaç ay bile geçmeden Jean-Paul ve Simone ayrılmaz bir ikili olacaklardır.

Büyük aşk böylece başlar.

Tanışmalarının ardından dünyaya, hayata aynı pencereden baktıklarını görmeleri bir rastlantı değildi.Düşünce ve yazılarında daima birbirlerinden etkilendiler. Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimi yaparken ona ‘le Castor’ Kunduz, adını taktılar. Sartre, Simone’nin elini tutarak ona “Kunduzcuğum bizim aşkımız hep bu güzelliğiyle ve gücüyle sürecek, bunu hissediyorum. Lütfen kesinlikle evlenmeyelim” diyordu.

Devlet, toplum ya da aile gibi kavramları reddediyor, bireyin kendi kaderini kendisinin tayin ettiğini savunuyorlardı.

Tek eşliliği ve birlikte yaşamayı reddediyor, buna karşılık ilginç bir mahremiyeti içinde barındırıyordu ilişkileri. Evlenmediler, aynı evde yaşamadılar ama her gün mutlaka görüştüler, hiç çocukları olmadı. Evli çiftler gibi birbirlerine yalan söylemeyi reddettiler, cinsel hayatlarında sınırsız özgürlüğe sahiptiler; ama birbirlerine bu konuda her şeyi anlattılar.

Sorbonne’dan sonra her ikisi de değişik liselerde felsefe dersleri vermeye başladılar. Her gün ya yazıştılar, ya görüştüler, ya da bir şekilde bağlantı kurdular. 

Jean Paul Sartre ilk romanı olan Bulantı’yı (1938)öğretmenlik yıllarında yazdı. Toplum karşıtı düşüncelerle sonradan Sartre’in felsefesinin temellerini oluşturacak birçok konuya yer verdi. 

 

 

Açık ilişki

Sadakat ne demek, birbirleri dışında başkalarıyla birlikte olmamak mı? Yoksa her konuda birbirlerine şeffaf olabilmek mi? Belki de sadece tam olarak dürüst olmak demek…

Özgürlük ve bağlılık arasında akılcı bir denge kurmayı başarmışlar. İlişkilerinin dinamiğide buradan geliyor. Yazdıkları, yaşamlarında birşeyler yer değistirdiğinde meydana geliyor.

Sartre, 1943 yılında felsefi alanda en ünlü eserlerinden biri olan, Varlık ve Hiçlik kitabında; “İnsan bazen özgür, bazen köle olamaz” ana fikrinden yola çıktı. İnsan bilincini, varlık ya da nesnelerin “şeyleri” karşısında bir “hiçlik” olarak yorumladı.

“Biz birbirimizin aynısı iki insandık ve aşkımız biz var oldukça sürecekti, ama geçici ilişkilerin kazandıracağı zenginliklerin de yerini dolduramazdı.'' 

Kalıplaşmış değerleri bir kenara atarak, yepyeni bir felsefe yaratmak için duvarları yıkarak yaşamak. Aralarındaki ilişki, tek eşli değildi. Sadakat kavramı sadece dürüstlükten geçiyordu. Yaşadıkları “Her şeyi” birbirlerine anlatarak “Saydam ve Yalın” olmayı kararlaştırmışlardı.

Evlilik kurumunda parmağa takılan bir yüzükle bağlılık gösteren ilişkiler, onların dünyasında dürüstlükle güvence altına alınıyordu. Kimine göre ahlaksız bir aşk, kimine göre aşkın adını kirleten bir aşk, bana göre ise sadece aşk.

Klasik toplum düzenine karşı direniş 

İki asi insan, bir ilişkiyi paylaşıyor. İnandıkları, söyledikleri ve yaşam şekilleri toplumu derinden sarsmaya yetiyor. Politika, ikilinin hayatında önemli bir yer tutuyor. Karşı oldukları burjuva düzene rest çekebilmeleri için bir araç olmakla birlikte, aynı zamanda savundukları özgürlükçü yaşamı destekleyebilmek ve kadın haklarına da dikkat çekebilmek için sokak protestolarında, ön safhalarda verdikleri mücadeleler. Bir de yetmezmiş gibi aşklarını sonuna kadar, diledikleri gibi yaşayabilmek. Cesaret gerektirir. 

Karışık ilişkiler

Sartre’ın karşısına Olga Kosakiewicz çıktı.Lakin Olga, Sartre’in yanı sıra, lisede kendi felsefe öğretmeni olan de Beavoir’a da aşıktı. 

15 yaşında tanıştığı öğretmeni onun için bir ilahtı; güzelliği ve canlı görüntüsüyle öğrencisini çok etkilemişti.

Beauvoir hemcinslerinden etkilenmişti dönem dönem

Lezbiyen aşkı çok doğal buluyordu. Sartre’a, “Ben hem kadınım, hem değilim” diye yazmıştı.

Olga ise ikisine de kayıtsız değildi. Sartre ve Beauvoir’a karşı duygular besliyordu. Aralarında üçlü bir aşk üçgeni başlamıştı.

1943 yılında Simone Konuk Kız adlı eserinde, Olga Kosakiewicz ile olan lezbiyen ilişkisinin öyküsünü yayınlar. Bu öykü aynı zamanda, de Beauvoir ile Sartre arasındaki karmaşık ilişkiyi ve ilişkinin bu üçlü ilişkiden nasıl zarar gördüğünü anlatır.

İlişki yumağı iyice karıştı.

Sartre bir süre sonra Olga’nın kızkardeşi Wanda’ya ilgi duydu. Beauvoir de, Sartre’ın eski öğrencisi Jacques-Laurent Bost ile ilişkiye girdi. Her şey çok güç bir durum aldı!

“Başkalarına olan duygularınızı kıskanmıyorum. Başkalarının size karşı olan duygularını kıskanıyorum.”

Kendisini feminist olarak sınıflandırmasa da Beauvoir hayatı boyunca özgürlüğünden ödün vermemiş, Jean-Paul ile süren ilişkisi, hayatına başka kadın ve erkeklerin girmesini engellememiştir.

Bu maceraların en çok iz bırakanı bir Amerika seyahati sırasında Chicago’da tanıştığı yazar Nelson Algren ile yaşadığı ilişkidir. İkisi de kırklı yaşlarına girerken Chicago’nun kenar mahallelerinde, sokak barlarında geçirdikleri üç gün Simone’u çok etkiler. Birçok kereler yeniden buluşsalar da Nelson’un Paris’e gelmek istemeyişi, Simone’un Sartre’dan kopmayı göze alamaması bu tutkulu aşkın sonunu getirir ve Nelson tüm ısrarlarına ve yakarışlarına rağmen Simone’u terk eder.

Beauvoir, Nelson Algren’e olan aşkı ve Sartre’a olan bağımlılığı arasında ikilemde kalır…

Birbirlerinden kopmamış olsalar da, hayatlarını birbirlerine adayamazlardı.

“Kendimi o kadar özgür hissediyorum ki, bu neredeyse beni mutluluktan ağlatacak” diyen Simone bir aşka esir düşemez, Sartre’inden vazgeçemezdi.

“Hiç değilse aşk mektuplarının bir mahremiyeti olmalıydı.”

Bu sözlerin sahibi Nelson Algren’a aitti. 1960 yılında yaşadığı aşkları, sansürsüz bir şekilde otobiyografisinde kaleme alan Beavoir, Sartre tarafında açıksözlü olarak değerlendirilse de, eski sevgilisi Nelson için aynı şeyler söylenemezdi. 

''Dünyanın her yerinde genelevlere gittim, ama her fahişe beni içeri aldıktan sonra odanın kapısını kapatırdı. Beauvoir bunu bile yapmadı.” diye tepkisini gösterdi.

Beauvoir’ın, 1949yılında kaleme aldığı İkinci Cins adlı kitabına ilham olur Nelson ile yaşadıkları. Kitabi ilk feminist yazar olma özelliğini kazandırır, Kadın Doğulmaz Kadın Olunur prensibini ele alır.

Bu ne demektir? Kadın olmak doğal bir gerçek değil, medeniyet tarihinin bir ürünü, umududur. Kadının fiziksel güç olarak erkekten daha zayıf olması gibi farklılıkların vurgulanması, “Kadın aleyhine eşitsizliğin” bahanesi olduğunu söyler.

O, filozoftur, yazardır, gazetecidir ama en önemlisi KADIN’dır.

Sadece erkek değildir kadını ezen. Kadının kendisinin, kendisine eziyet ettiğini düşünür. Kadının kim olduğuna ve olacağına karar vermesi gerektiğini, kendi hayatından yaşanmışlıklarla yazıya döker; Bir Genç Kızın Anıları (1958) adlı kitabında.

Kitaplarında edebi ve politik sorunları işledi.

Jean Paul Sartre, 1964 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış fakat bu ödülü reddetmiştir. Amacı ödülü küçümsemek değildi. Kendi kişisel ve nesnel görüşleri sebebiyle ödülü kabul etmeyeceğini belirtmişti. Bir yazarın görevi ne olmalıdır anlayışı doğrultusuna göre resmi ödülleri her zaman reddettiğini açıklamıştır. 

Sartre için bu manasız hayattaki tek gerçek özgürlüktü. Her insanın gerçekte sahip olduğu tek şeyin bu olduğunu düşünüyordu. Özgürlük fikrine bu kadar bağlı olan bir adamın, başkaları tarafından kalıplaştırılmış olgulara ve doğrulara sığamaması bundan olsa gerek.

Hayatın bittiği yerde tekrar buluştular…

Hayatlarının büyük çoğunluğunu birlikte geçiren, kimi zaman ayrı bedenlerde mutlu olan ama aynı kalpte huzur bulan ikili, yaşama gözlerini yumduklarından beri aynı yerde uyuyor.

15 Nisan 1980  yılında hayata veda ederek Paris’teki Montparnasse Mezarlığı’na defnedilen Jean Paul Sartre’in ölümünden altı yıl sonra, 14 Nisan’da yaşama gözlerini kapayan Simone de Beauvoirda, tıpkı tüm hayatında birlikte oldukları gibi mezarında da Sartre’ının yanı başında bulunuyor. 

Adı aşktı… Herkesin kaldıramayacağı, kolay kolay kabullenemeyeciği türden. Sınırlar yoktu, kuş kafesten çıkmış özgür olmuştu. 

Belki de aşk böyle bir şeydi?

Yazı: Yasemen Çavuşoğlu


Yorumlar (4)
AG

ATİYE GÜNER TÜMÜKLÜ

Bu ikili hakkında aklımda gelen soruların yanıtını yazıda buldum. Keleminize sağlık
N

Nil

Ellerinize sağlık Yasemen Hanım, keyifli bir okumaydı benim için, teşekkürler. 😊
Gg

Gülsen gökçimen

Teşekkürler canım🙏😘
EI

Emre Işıtan

Elinize sağlık Yasemin Hanım oldukça ilham verici ve sürükleyici bir yazı kaleme almışsınız.


En Çok Okunanlar

Bizi Whatsapp'ta takip edin