Üç ayakla üç yıla yayılarak alternatif bir bienal modeli yaratan 18. İstanbul Bienali’nin ilk ayağı 20 Eylül – 23 Kasım 2025 tarihleri arasında gerçekleşiyor. Her edisyonunda farklı bir misafir küratörle çalışan İstanbul Bienali’nin 18. Edisyonu, Christine Tohmé’nin küratörlüğünde “Üç Ayaklı Kedi” başlığıyla “gelecek olasılıkları”, “kendini koruma” ve hayatta kalma temalarını merkezine alıyor. İstanbul Bienali’nin direktörlüğünü üstlenen Kevser Güler, ARTtv’ye verdiği demeçte bienalin başlığından söz ediyor; “İstanbul Bienali sergileri hep kent sergileri olarak var oluyor. Dolayısıyla bienali bir kent sergisi olarak kentte yaşayan bir canlı üzerinden düşünmek Christine Tohmé için ilginçti. (…) Diğer yandan bu üç ayaklı bir kedi, dört ayaklı bir kediden bahsetmiyoruz. Bunun Christine Tohmé için birkaç referansı vardı. Birincisi sanatın kendi politikasıyla ilgili; sanatın sadece güzellemeye, eğlenceye doğru itildiği kültür ortamlarında bunun aksini, sanatın başka güçlerini hatırlamaya yönelik. Sanatın toplumsal travmalarda, zorlu politik koşullarda var olmaya dair söyleyeceklerini birlikte düşünmeye, yapıtlar üstünden yeniden anlamlandırmaya yönelik bir inancı söz konusuydu.”
Belirli bir mekânı olmayan İstanbul Bienali’nin 18. Edisyonunun rota kurgusunda bienal mekânlarının birbirine yakın olması, küratör Christine Tohmé için bienalin erişilebilirliğini korumak adına azami ehemmiyet arz ediyor. Bu doğrultuda bienal Karaköy ve Beyoğlu’nda birbirine nispeten yürüme mesafesinde sekiz mekânda dünyanın çok çeşitli noktalarından 40’tan fazla sanatçının hayatta kalma stratejileri, direnç biçimleri ve geleceğe dair tahayyüller içeren sanatsal üretimleriyle kent belleği arasında bir diyalog kuruyor.
Okunamayanın Yankısı

Dilek Winchester (d. 1974), 410 Harf: (Arnavutça) Okumak ve Yazmak Üzerine, 2025, Tek kanallı video, 16:9, siyah beyaz, 6:32 dk., dört kanallı ses
Filolojik araştırmalar, dil – tarih ilişkisi ve alfabelerin sembolik anlamlarını sanatsal üretiminin merkezine alan Dilek Winchester, Depo İstanbul’daki kişisel sergisi, 16. Sharjah Bienali ve Salt Galata’daki “Sosyalizme Tercüme” başlıklı sergiye katılımlarından sonra 18. İstanbul Bienali’ndeki “410 Harf: (Arnavutça) Okumak ve Yazmak Üzerine” adlı eseriyle tarihsel ve duyusal bir karşılaşma öneriyor.
Winchester’in bienaldeki çalışmaları daha önce Salt Galata’daki “Sosyalizme Tercüme” sergisinde sergilenen, “Terk Edilmiş Harfler: İstanbul Alfabesini Hatırlamak” eserinden yola çıkarak sözlük ve ansiklopedi yazarı, romancı ve çevirmen Şemsettin Sami’nin 19. Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Arnavutlara müşterek bir yazı sistemi sağlamak adına geliştirdiği “İstanbul alfabesi”ne dayanıyor.
“410 Harf: (Arnavutça) Okumak ve Yazmak Üzerine” başlıklı video enstalasyonunda, farklı dönemlerde Arnavutça için önerilmiş Latin kökenli alfabelerden oluşan geniş bir görsel repertuar yer alıyor. Bu çeşitlilik yazının ulusal kimlik ve kültürel aidiyet süreçlerindeki dönüşken rolünü vurgularken hem Arnavutça’nın tarih boyunca geçirdiği kırılmaları hem de dilin kendi içindeki çoğulluğu görünür kılıyor.
Ahmetcan Gökçeer işbirliği ile geliştirilen ses tasarımı, videonun görsel ritmi ve tarihsel katmanlarıyla organik bir ilişki kurarken, harflerin fonetik ve tarihsel çağrışımlarına doğrudan gönderme yapan bölümlerle, deneysel ses dokularını iç içe geçiriyor. Vidoda harflerin heykelsi formlarını gözler önüne seren maketin aslı da sergi alanında enstalasyona eşlik ediyor.
“410 Harf”, harflerin biçiminde saklı zamanı ve belleği görünür kılarken unutulmuş alfabeleri birer tarih notu olarak değil, hâlâ titreşen varlıklar olarak ele alıyor. Her harf, hem geçmişin yükünü hem bugünün enerjisini taşırken, okunamasa da varoluş biçimini sürdürüyor. Yazının yalnızca dili değil, insanın zamanı algılayışını da taşıdığı hissettiren; sessizliğin içinde yankılanan, kalıcılıkla geçicilik arasında asılı bir dil gibi…
Parçalamanın Simyası

Selma Selman (d. 1991), Anakartlar (Altın Bir Kaşık), 2025, Anakartlardan çıkarılan altınla kaplanan gümüş kaşık, 14 × 3 × 1,5 cm
Bosna-Hersek’in Bihaç kentinde doğan ve Roman topluluklarının karşı karşıya kaldığı sosyopolitik sorunları mercek altına aldığı sanatsal üretimini New York, Amsterdam ve Bihaç’ta sürdüren Selma Selman, 18. İstanbul Bienali’nin kamusal programının İstanbul Modern’deki açılışında gerçekleştirdiği “Anakartlar” adlı performansının neticesinde ortaya çıkan, aynı adlı yerleştirmesiyle emek ve değer kavramlarını sorgularken; teknolojik atıklar aracılığıyla kapitalist üretim döngüsü ve Roman topluluklarının yaşam koşullarını görünür kılıyor.
Sanatçı ve ailesinden bireylerin kolektif bir performansla anakart ve işlemci gibi elektronik atıkların içlerinde barındırdığı 18 ayar altın parçalarına erişmek için parçaladıkları yüzü aşkın bilgisayar kasasının parçaları Zihni Han’ın 3. katının girişinde yığılmış vaziyette izleyicileri karşılıyor. Bu performans sonucunda elde edilen altın, bir kaşık hâline getirilerek elektronik atıklara paralel bir camekânın içinde sergilenerek ekonomik bir değer ölçütünden çok arzulanan ve erişebilmek uğruna pek çok yolun mübah olduğu bir unsura evriliyor.
Selma Selman, “Anakartlar” aracılığıyla yaşamlarını elektronik atıkları geri dönüştürerek idame ettiren, International Labour Office verilerine göre aylık kazançlarının yaklaşık $70-140 olduğu tahmin edilen bireylerin emek görünmezliğini ve yaşam mücadelelerini getirip izleyicinin gözlerinin önüne bırakıyor.
Çizgilerle Direniş: Gazze Günlükleri

Sohail Salem (d. 1974), Gazze Günlükleri, 2024, Kâğıt üzerine tükenmez kalem, Yatay çizimler: 32,1 × 41,8 cm, Dikey çizimler: 41,8 × 32,1 cm
Gazzeli sanatçı, öğretim görevlisi ve yerel ölçekte sanat faaliyetleri yürüten Eltiqa Çağdaş Sanatlar Grubu’nun kurucularından Sohail Salem, “Gazze Günlükleri” adlı eskiz defterleriyle 18. İstanbul Bienali’nin merkezi niteliğindeki Zihni Han’da izleyiciyle buluşuyor.
Filistin’in maruz kaldığı soykırım sürecinde Birleşmiş Milletler tarafından dağıtılan okul defterlerine mürekkeple yaptığı eskizlerle günlük tutmaya görsel bir anlatı olarak yaklaşan Salem, “Gazze Günlükleri”yle soykırımın dile getirilmeyen vahşetine tanıklık görevini de yerine getiriyor. Sergilenen yirmi çizime defterlerin taranmış nüshaları eşlik ediyor. Elverişsiz koşullar yüzünden kullanılan malzemeler ve eserlerden bazılarının Gazze’den gizlice ve mucizevi olarak çıkarılması Filistin’de yaşanmakta olan gayri insani zulmün çok yumuşak birer örnekleri.
“Gazze Günlükleri”, kuşatma altındaki günlük yaşamı doğrudan tasvir ediyor; serbest, dışavurumcu ve çizgisel hatlarla aktarılan sokak sahneleri, insan figürleri ve günlük eylemler, izleyiciyi sadece görmeye değil, hissetmeye ve empati kurmaya davet ediyor. İzleyicinin detaylı gözlemlemesine elverişli bir teknikle sergilenen defterler, Filistin’deki şiddeti ve yerinden edilmeyi görünür kılarak insani bir çağrı niteliği taşıyor. Bu yönüyle eserler, hem estetik bir dil hem de toplumsal ve etik bir sorumluluğun güçlü bir ifadesi olarak izleyiciye dokunuyor.
Mekânın Hafızasında Kayıp Sesler

Doruntina Kastrati (d. 1991), Şarkıları Yutan Bir Korno, 2025, Alüminyum, çelik, dört kanallı video, ses, değişken boyutlar
Venedik ve Autostrada Bienallerindeki muvaffakiyetleriyle hafızalarda yer edinen Doruntina Kastrati, 18. İstanbul Bienali’nde sosyopolitik konuları mekânın belleği üzerinden düşündürmeye devam ediyor; bienal mekânlarından Külah Fabrikası’nda sergilenen “Şarkıları Yutan Bir Korno” adlı yerleştirme, İstanbul’daki lokum fabrikalarındaki işçi kadınların emek görünmezliğini arşivsel ve araştırmacı bir altyapıyla ele alıyor.
Bir lokum fabrikasının mekânsal tasarımını andıran metal bir yapı ve yapının barındırdığı dört video kanalını merkezine alan yerleştirme, vidolar aracılığıyla hem Kastrati’nin işçilerle yaptığı röportajları hem de uzun saatlere yayılan döngüsel, mekanik ve yıldırıcı çalışma koşullarını belgeleyen görüntüleri aktarıyor.
Yerleştirme, işçi kadınların görünmez emeğini görünür kılarken izleyiciyi de bu üretim hattının ritmine dâhil ediyor; metal yapının içinden yayılan düşük frekanslı sesler ve titreşimler, bedende yankılanarak emeğin ağırlığını hissettiriyor. Görsel ve işitsel öğelerin iç içe geçtiği bu çok katmanlı yapı, gündelik tekrarlar içinde silinen emeğin mekânın belleğinde nasıl iz bıraktığını araştırıyor.
Külah Fabrikası’nın üretim geçmişiyle kurulan bu ilişki, yerleştirmeye hem mekânsal hem tarihsel bir derinlik kazandırıyor. Kastrati, fabrikanın belleğini bugünün politik bağlamıyla buluşturarak emeğin yalnızca ekonomik değil, bedensel ve duygusal boyutlarını da görünür kılıyor. Böylece “Şarkıları Yutan Bir Korno”, izleyiciyi hafıza, üretim ve dayanıklılık kavramlarını hem mekân hem beden üzerinden yeniden düşünmeye davet ediyor.