Julian Rosefeldt’in Sanata Başkaldırısı | Yazan Ayşe Kırca
Alışılmışlığın ötesinde, tekdüzeliği yıkıp geçen, totariterliği eleştiren, basma kalıp hayatları sorgulayan, estetik doğruluk ve politik doğruluk kavramlarıyla oynayan, kadını destekleyen bir kahraman Julian Rosefeldt. İşlerinde verdiği mesajlarla, yapılması gerekeni yaparak “gerçek” politik doğruluğu yaratıyor. Bir sanatçının gerçekleri görebilen ve işlerinde bunlara yer verebilen cesarette olması önemli Rosefeldt için. Bu karmakarışık, tehditkar dünyanın içinde kendini optimist bir karamsar olarak görüyor. İşlerinin birbirleriyle bağlantı içinde olması, eserlerinin etkiliyici mükemmelliğini başka bir boyuta taşıyor. Onun amacı asla izleyiciyi memnun etmek değil. Ciddi konuları apaçık bir şekilde resmederek, rahatsiz ederken, baştan çıkartmayı, kışkırtmayı ve hayattaki huzursuzlukları hissettirmeyi amaçlıyor. Yapıtlarının herkese göre olmadığını, hazmetmesi zor olduğunu, nihayetinde alabilene, kaldırabilene birşey anlattığını söylüyor.
1965 Münih doğumlu sanatçı Dirimart galerisindeki “Avangard ve Kıyamet” adı altındaki sergisinin açılışı için bu ay İstanbul’a geldi. Serginin açılışının ardından söyleşi yapan Rosefeldt’in büyüleyici dünyasını kendisinden dinleme şansını yakaladım bende. Mimarlık bölümü mezunu olan Julian Rosefeldt, kariyerine ilk başta foto muhabirlik yaparak başladı. “Efsane yaratan makina” olarak adlandırdığı kamerayla büyük bir bağı olan sanatçı, kamera arkasından hep etkilendiğini dile getirdi. Kendi filmlerini çekmeye başlamadan önce; varolan, başkaları tarafından çekilmiş görüntüleri kolajlayarak adım attı bu olağanüstü serüvene. Kafasında hep yapılmışı yapmamak, yanlışları sorgulamak, gerçeklere ayna tutmak, seyirciyi şaşırtmak vardı. Sanatçıların çoğunluğunun politik sorunlara değinmemeleri, kendini yükümlü hissettirdi ona. Rosefeldt’in farkındalık yaratmayı amaçlayan işleri, seyirciye tek bir mesaj yöneltiyor; her insanın dünyanın değişimine katkıda bulunabiliceği.Serginin küratörlüğünü Heinz Peter Schwerfel üstleniyor. Schwerfel sanatçının işlerini içerik ve anlatım tarzından ötürü, “yasaklı güzellik” olarak gördüğünü söylüyor. Farklı sosyal problemleri ele alırken, estetik yönünden de göz doyuran fotoğraf ve film enstalasyonları, Dirimart galerisinin iki mekanında bulunuyor. Dolapdere’de; 13 parça film enstalasyonunu bir araya getirerek oluşturduğu Manifesto’nun gösterimi, filmden kareler ve sanatçının büyük ölçekli film yerleştirmesi “In the Land of Drought” (Kurak Topraklarda) yer alıyor. Nişantaşı’nda ise, “Deep Gold” adındaki kısa metraj filmi ve yine filmden kareler var.“Manifesto” Cate Blanchett’in 13 farklı karakterin dilinden, bugüne kadar oluşmuş dadaizm, sürrealizm, fütürizm gibi farkli sanat akımlarının sanatçılarının yazdıkları manifestolara ses verdiği bir film. Her biri kendine öz manifestolar olsada, bir araya geldiklerinde bir bütün oluştuyor, farklı dönemlerde yazılmalarına rağmen günümüzde hala geçerli olup, bugünün sanatçılarının toplumdaki rolünü sorguluyor. Sanatçının aslında ütopik bulduğu bu manifestolar sanat tarihindeki önemli isimlere bağlılığını gösteriyor. Cate Blanchett ile uzun süredir çalışmak istediklerini söyleyen Rosefeldt; Blanchett’i oynatarak bir yan etki yarattığını düşünüyor. Blanchett’in farklı beklentilerdeki seyircisini, derin düşünce içine sokuyor ve bu sayede farklı bir kitleye ulaşıyor.“In the Land of Drought” da ise bir grup bilim adamı, soyumuzun tükenmesi üzerine arkeolojik kalıntılar arayışına çıkıyor. Yalnızca drone kullanarak seyirciyi Fas’daki Atlas dağları üzerinde ağır ve kasvetli bir gezintiye çıkarıyor. Yıkıma uğramış dünyayı, kameranın yavaş hareketleriyle medite edermişçe bir ironi icinde anlatması, karamsarlığın içindeki optimistliğine çağrışım yapıyor. Julian, filmin hipnotik, uzaya yolculuk hissi veren müziğinin, karanlık yapıtını aydınlatırken, üzüntünün güzelliğini simgelediğini düşünüyor. Film yok olmuş bir medeniyetin teftişinde, insanoğlunun dünyaya verdiği ekolojik zararı estetik bir dille anlatıyor.“Deep Gold”, Salvador Dali ve Luis Bunuel’in 1930 yapımı skandallar yaratan “L’Age D’or” filmine hayali bir ekleme. 1920’lerin Berlin’inde geçiyor olsada hala içinde bulunduğumuz kalıpları, bugünün sosyal problemlerini işliyor. Rosefeldt, bu filmin bir feminist manifesto olduğunu söylüyor. Şehvet ve arzuya başrollerde yer veren film, cinsel özgürlüğü kutluyor ve kadını özgürleştirerek yüceltiyor. Altın çağını grotesk bir dille anlatırken, provokatif görüntüleri kameranın hareketli diliyle gözler önüne seriyor. Sürreal bir rüya tadındaki yapıt, seyircinin çoğunluğu tarafından sindirilmesi zor olsada, insanlara empoze edilen kalıpları çılgınca kırmayı başarıyor.Julian Rosefeldt cesur ve avangard tarzıyla, çığır açan işlere imza atıyor. Sanatın her zaman insanı provoke etmesi gerektiğini düşünüyor. Trajik olarak adlandırabileceğimiz problemlere, kendine öz anlatım biçimiyle adeta mizahi bir yön veriyor. Günümüzde çoğu sanatçının yapmaktan kaçındığını, soğuk kanlılıkla üstlenip, alışılmamış bir dille suratımıza vuruyor. Normallik onun için aykırı bir kavram. Yenilikçi yapısından ötürü, uyumsuz parçaların birleşmesine merak duyuyor, bir bütünü parçalara ayırıp kendi doğrultusunda şekillendirmeyi tercih ediyor. Sanatın kategorileştirilmesine karşıt, birlikteliğin ses yaratabileceğine inanıyor. Modern sanatın son zamanlarda basitleştirildiğini düşünen Rosefeldt işlerinde sanat tarihine sürekli göndermeler yaparak, dönemler değişse de kalıpların, sorunların bir döngü içinde olduğu gerçeğini hatırlatıyor bize. Objektifinden seyirciyi dahil ettiği dünyasında, asıl gerçeği gerçeklikten uzaklaştırarak, anlayabileni kalıplardan arınmış öz benliğine ulaştırıyor. Mutlaka görülmesi, ve üstüne uzun süre düşünülmesi gereken bu sergi 13 Haziran tarihine kadar Dirimart’in iki lokasyanunda yer alıyor.
Yazan: Ayşe Kırca