Düşünün ki bir sanatçısınız, hem de klasik eğitimden geçmiş bir sanatçı. Sanat tarihi adınızı altın harflerle yazıyor, pek çok insan adınızı biliyor, resimlerinize bayılıyor. Eserleriniz önemli müzelerde sergileniyor, özel galerilerde başköşede yer buluyor. Ama gelin görün ki bunu sağlayan, ününüze ün katan sanatınız bunu klasik eserlerdeki oran, kompozisyon, ışık-gölgenin kıvamında uygulanışı veya düzgün fırça kullanımıyla yapmıyor. Hatta ve hatta bütün bu unsurların bazılarını göklere çıkarırken bir kısmını da görmezden geliyor. O zaman nedir bu işin sırrı?
Rouelles'a Bakış – 1858
1840’da Paris’te dünyaya gelen Monet’nin en büyük şanslarından biri 19. yüzyılda yaşamış olmasıydı. Manzara resminin çağın sanat ortamından destek görmesi bir yana, Delacroix gibi etkileyici, Manet gibi cesur sanatçıların varlığı yeni adımların önünü açtı. Üstüne bir de kişinin kendi ilgisi, zekası eklenince sınırların içinde sıkışmak pek de mümkün olmadı. Monet de ilk olarak coğrafi sınırları aşmanın peşine düştü. Devam etmekte olan Cezayir - Fransa Savaşı'na asker olarak katılıp Afrika’ya gitmenin bir yolunu buldu.
Cezayir onun için bir hazine gibiydi. “… gelecekteki araştırmalarıma yol açacak virüsler bana burada bulaştı…” dediği, aklını çelen ışık ve renk konuları üzerinde durdu ve gelecek yıllarda sanatını etkileyecek ilk izlenimlerini edindi. Fransa’ya döndüğünde, Cezayir’in ona kazandırdıkları üzerinde durdu. Açık havada çalışmak, bu alanların renklerine ve ışığına bakmak onun için vazgeçilmez bir hal aldı. Bulunduğu yerlerde atmosferin nesneler üzerindeki etkisini ve yarattığı değişikliği fark etti. Böylece ışığa, renklere olan merakı havayla da buluştu, doğanın içinde gizli kalan bu bağı açık şekilde gördü.
Prenses Bahçesi – 1867
Edinimleri ve bilgilerinin harmanlamasıyla modern çizgiler taşıyan eserler üretti. Prenses Bahçesi’nde bunu, Rönesans’ın bir ganimeti olan atmosferik perspektifi, pek de alışık olunmayan bir şekilde, kullanarak gerçekleştirdi. Ön planda Paris’in aydınlık ve hayat dolu bir sahnesi detaylı betimlerken fona Panteon’u yerleştirdi. Perspektif kuralı gereği puslu, mavimsi bir renge bürünmüş bu anıt yine de daha fazla dikkat çekiyordu. Bunu, ilk olarak anıtı tuvalin merkezine alarak yaptı ama asıl konu başkaydı. Monet, parıl parıl parlayan bu güzel günle, biraz daha geride kalan ve bu yüzden silikleşen Panteon arasındaki zıtlıkla başardı.
Le Grenouillère – 1869
Panteon’un silüeti gibi silüetler hep devam etti. Bir hareketi, bir tavrı, suyun dalgalanmasını, hayatın canlılığını gerçeğinden biraz eksik ama ona göre tamam olan hızlı dokunuşlarla verdi. Yaşamın içinden çekip aldığı kesitleri o anın coşkusuyla, durgunluğuyla, yoğunluğu ve huzuruyla resmetti. Le Grenouillère de bu kesitlerdendi. Resmin kalbine aldığı kalabalığın etrafındakilerle oluşturduğu komposizyonda, bir bütün olarak dahil edilmemiş elemanların varlığı hiç de rahatsızlık yaratmadı. Ne teknelerin eksik olan baş kısımlarının ne de diğer grubun bulunduğu platformun görünmeyen tarafı… Onların yerine gölgelerin neler yapabileceğini gösterdi bize. Suyun yüzeyinde siyah tonlarla kendini belli eden bu serinlik, fonda siyah çizgilerin bitmesiyle son buldu. Böylece arka planda, bize görünmeyen bir güneşin vurduğu ağaçların aydınlığı ön planı daha da belirginleştirdi. Bu biraz doğanın biraz da bu anı bizim için yakalayan sanatçının mucizesiydi.
Rouen Katedrali serisinden birkaç örnek – 1892 -1894
“An” onun için en önemli şeydi. Belki anı tam olarak yakalayamadı ama gerek Rouen Katedrali’nde gerekse limandaki bir gün doğumunda izlerini sürmeye devam etti. Zamanla bu kovalamaca asıl mesele haline geldi. Işığın, havanın ve kısa bir zaman aralığının ortaklığıyla oluşan değişimleri görmeye ve göstermeye serileriyle devam etti. İki yıl boyunca farklı gün ve saatlerde resmettiği Rouen Katedrali, Monet’in sanatının en büyük tanıklarından ve de en önemli kanıtlarındandı.